Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

 

15.YY. KÜLTÜR VE SANAT HAYATI

Battalname, Dânişmendname ve Deli Dumrul hikâyesinin yazıya geçirildiği; Cemşid ü Hurşid mesnevisinin yazıldığı dönemi ve bu dönemlerin sosyal özellikleri:

XV. asır, kültür ve sanat hayatı, bir kelime ile medenî hayat bakımından da bir ilerleme asrıdır: Timurlenk, istilâ zamanlarındaki sert ve yıkıcı hareketlerini onun tam zıddı bir yapıcılıkla tamire çalışmış ve bu medenî hamle, Timur oğulları zamanında takdire değer bir şekilde devam etmiştir. Timurlenk'in büyük ve âlim torunu Uluğ Bey, kırk yıl süren iyi ve medenî idaresi zamanında Semerkand, Buha­ra ve Kâşgar çevrelerinde geniş ölçüde bir ilim, bir fen ve sanat hayatı yaratmıştır. Âlimler ve sa­natkârlar, hükümdar sarayında toplanarak bizzat büyük âlim olan hükümdarla birlikte çalışmışlardır. Uluğ Bey'in Semerkand'de yaptırdığı meşhur rasathane, orta çağ hey'et ilmini zirveye ulaştı­ran bir tesis olmuştur.

Aynı asırda Horasan ve Afganistan'dan başka Harzem'in büyük bir kısmında hüküm süren Hüse­yin Baykara zamanında ise, Herat şehrinde parlak bir medenî hayat vardı. Aynı zamanda değerli bir şâir olan Baykara, bütün güzel sanatlardan anlıyor ve ülkesinin âlim ve şâirlerine büyük saygı gösterip onları himaye ediyordu.

Timur ve çocuklarının ana dillerinin Türkçe olması, Türkistan'daki Türk dili ve edebiyatı için hayırlı hâdiseydi: Çevrelerindeki şâirler arasında Türkçe eser vermeyi millî bir zevk ve millî ülkü edinen imzalar, bundan cesaret alıyordu.

Gerçi Orta Asya Türk edebiyatı, İran edebiyatının kuvvetli tesirinden uzaklaşmış değildi. İran şiiri yi­ne klâsik örnek biliniyor, mesnevi mevzuları da yine İran edebiyatından alınıyordu. Fakat Türk şairleri, kendi eserlerini Farisî örneklerden geri bulmuyorlardı. Aksine, üstün olmak yolundaydılar. Uluğ Bey'e: "Benim gibi bir Türk şairi ve senin gibi bir pâdişâh doğurmak için felek, daha çok dönecektir" diyen şâir Sekkâkî'nin bu sözlerinde aşikâr bir millî gurur hissesi vardı.

Asrın en büyük şâiri, Heratlı Ali Şîr Nevai ise Türkçenin Farsçadan daha zengin ve daha güzel bir dil olduğuna inanmış ve bunu ispat için ilmî - edebî eserler yazarak Kâşgarlı Mahmud'dan beri de­vam eden Türkçülük Cereyanında yeni bir hamle yapmıştı.

Akkoyunlu hükümdarları arasında da Sultan Yâkub gibi, ilimden, edebiyattan anlayan; âlimleri, şâirleri koruyarak bu yoldaki çalışmalara imkân tanıyan hükümdarlar mevcuttu. Fakat Azerî Türkçe- si edebiyatının XV. asırdaki gelişmesi, diğer Türk ülkeleri ölçüsünde zengin ve etraflı olmadı.

Osmanlı Türklerine gelince: Anadolu'da XV. asrın ilk yarısında Osmanlı Devletinden başka Ka­raman Oğulları, Candaroğulları gibi beylikler de büyük devlet olma emelinde idiler. Bu sebeple o çağlarda büyük devlet olmanın şartı haline gelen kültür hayatına kıymet veriyorlardı. Asrın ilk yansında hemen bütün beylikler bölgesinde esaslı bir sanat ve medeniyet faaliyeti yardı.

Fakat XV. asır Anadolu’sunda en kuvvetli medenî gelişmeler, Osmanlı sarayının hüküm sürdüğü yerlerde oldu: Yıldırım'ın oğlu Emir Süleyman'ın şiir söylediği yahut mesnevi sahasında eser verdiği mevzusunda bilgimiz yoktur. Fakat bunların ihtimal dâhilinde olabileceğini düşündürecek belirtiler mevcuttur. Hayatı hakkında yeter bilgimiz bulunmayan Mevlid sahibi, Süleyman Çelebinin, bu çok mühim eseri onun zamanında ve onun himayesinde yazması; Ahmedî gibi büyük bir dîvan ve mesnevi şairinin, ondan, büyük teşvik ve anlayış görmesi gibi mühim çizgiler, bu hükümdarın şiirden ve sanat­tan çok iyi anladığını göstermektedir. O kadar ki Emir Süleyman Türk diline kazandırılmasını istediği eserleri bizzat seçiyor, bunların bilhassa Türk dili ile yazılmasını yanındaki şâirlere tavsiye ediyordu. Yine bu sebepledir ki asrın ilk yıllarında, onun hüküm sürdüğü yerlerde, bu sanatsever hükümdar adı­na birçok Türkçe eser yazılmıştı.

Fakat Türk dilini hem de sâde ve temiz bir Türkçeyi, devrinin şâirlerine tavsiye eden yalnız Emir Süleyman değildi. Asrın çok büyük bir hükümdarı, Varna ve İkinci Kosova kahramanı, Fatih'in babası Sultan İkinci Murad da çevresindeki şair ve mütercimlere açık bir Türkçe ile eser vermeleri tavsiyesin­de bulunuyordu. Osmanlı hükümdarları arasında şiir yazdığı iyi bilinen ve henüz tamamı ele geçmemiş olmakla beraber, ilk defa bir divan tertip ettiği bildirilen hükümdar odur. Aynı hükümdarın mimarî sanatına da büyük değer verdiği, memleketinin Bursa gibi, Edirne gibi şehirlerini camiler, medreseler ve diğer mimarî eserlerle süslediği malûmdur, İkinci Murad zamanında Bursa'da yapılan Muradiye Camii, türbesi, Edirne'de yine Muradiye ve Üç Şerefeli camileri ve Ergene Köprüsü (Uzun Köprü) bu eserlerin en güzelleridir.

Büyük bir devletin teşkilâtçı ve kurucu hükümdarı olmak ve oğlu Fatih Sultan Mehmed'e çok iyi imkanlar hazırlamak bakımından da Sultan İkinci Murad, Osmanlı İmparatorluğu'nun sayılı büyükler­dendir. Fatih Sultan Mehmed devrinin Molla Gûrâni gibi, Akşemseddin gibi, Hızır Bey Çelebi ve Hatiboğlu gibi ya dışarıdan davet edilmiş yahut imparatorluk dâhilinde yetişmiş birçok ilim, iman ve sanat adamları, İstanbul Fatihi'ne onun bıraktığı değerlerdi. Memlekette tasavvuf terbiyesine büyük değer veren bu hükümdar Mevlevîlik ve Bayramilik gibi, sevilen tarikatların de gelişmesine hizmet etmişti.

Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı İmparatorlarının belki en kültürlüsü ve en iyi terbiye görerek yeti­şeni idi. Onda bir taraftan, babasının büyük ehemmiyet verdiği ve bir hükümdarı, iyi hazmettiği takdirde, büyük insan yapan tasavvuf terbiyesi; öte yandan daha çocuk yaşında iken iki defa babasının tahtına oturtulmak gibi bir hükümdarlık tecrübesi gelişmişti.

Fâtih bu terbiye ile bütün güzel sanatlardan, ileri ve serbest bir görüşle anlıyor; kendisi de şiir ya­zıyordu. Bu sebeple İkinci Murad, Fatih ve yine bir şair olan İkinci Bâyezid devirleri, XV. asırda Anado­lu ve Balkanlar Türkiye’sindeki Türk lisan ve edebiyatı için büyük bir gelişme devri oldu. Fatih devrinde tam bir imparatorluk çehresi alan ve göz kamaştırıcı bir saltanat kuran Osmanlı devleti, yalnız Anadolu ve Rumeli Türkiye’sinde değil, diğer Türk, Müslüman ve Hristiyan ülkelerinde yetişen âlim, şair, tarihçi ressam ve diğer sanatkarları da kendi çevresine çekmeğe başladı. Fatih Sultan Mehmed, başta İstan­bul olmak üzere fethettiği beldeleri ya bizzat yahut kendi devlet adamları vasıtasıyla yaptırdığı çok sayıda mimarî abidelerle süslüyordu.

Fâtih'in ve devrindeki devlet büyüklerinin başta İstanbul olmak üzere Bursa, Edirne, Adana, Afyon, Akşehir, Atina, Amasya, Amasra, Ankara, Babaeski, Balıkesir, Bergama, Çanakkale, Çorlu, Filibee, Gelibolu, Göynük, Hayrebolu, İnegöl, İzmir, İznik, Kayseri, Kütahya, Midilli, Silivri, Sofya, Trabzon Tırnova, Üsküp, Vize, Yenişehir v.b. şehir ve kasabalarda yaptırdıkları, yekûnu 600' ün üstüne yükse len cami, medrese, mescid, mektep, kütüphane, hastahâne, aşhane, darbhâne, saray, han, hamam, imarethane, kervansaray, çarşı, çeşme, su tesisleri ve başta Rumeli Hisarı olmak üzere askerî mîmârî eserleri ve türbeler, imparatorluğun çehresini değiştiren ve onu büyük bir medeniyet müzesi hâline koyan eserlerdi.

Baştanbaşa millî çizgilerle ışıklı bu mimarî abideler, çok büyük bir vatanın taşını toprağını Türk yapan, Türk şehri, Türk beldesi hâline koyan bir hey'et ve heybet gösteriyordu. İstanbul'da yine İkinci Mehmed tarafından tesis edilen ve Fâtih Külliyesi diye anılan muazzam medrese teşkilâtı, bir taraftan Osmanlı imparatorluğumun ilk üniversitesi, bir taraftan da o çağlar ilminin en büyük merkezlerinden biri olmuştur.

Fatih Sultan Mehmed'i, İstanbul fethinden sonra Avrupalılar da bir Roma İmparatoru olarak karşı­lamaya hazırlanmışlardı. Fatih Sultan Mehmed de yalnız Şark ilim ve sanatı ile yetinmeyerek Avrupa'­da yeni başlayan Renaissance hareketinden faydalanmaya çalışmıştı. Bu yeni harekete henüz Avrupa memleketlerinden çoğu ısınmamışken Fatih, İtalya'dan sanatkârlar getirtmiş, sarayını resimler ve hey­kellerle süslemiş; yerli ve Avrupalı ressamlara kendi resimlerini yaptırmıştı. Bir taraftan da İran'dan ve Mısır'dan âlimler davet etmiş ve sarayını bu büyük kültür adamları için akademik bir muhit hâline ge­tirmişti.

Ancak bu faaliyet, İkinci Bâyezid devrinde aynı yolda olmadı. Fatih'in oğlu, babası gibi âlim ve şa­irdi. Âlimlere, şairlere, hattatlara, mimarlara ehemmiyet veriyor; onlara Beyazıd Camii, medresesi, hamamı v.b. gibi güzel bir külliye yaptırtıyor; o da vatanın her bucağını dinî, ilmî, iktisadî, sivil mimarî eserlerle donatıyordu. Âlimlere, şairlere maaş tahsis ediyor. Molla Cami gibi, uzaktaki âlimlere bile para gönderiyordu. Kendisi de şiir sanatından başka hat sanatında ustalık gösteriyordu. İbni Kemal gibi, İdris Bitlisi gibi, Tâcîzâde Cafer Çelebi, Zenbilli Ali Efendi v.b. gibi büyük ilim, îman ve sanat adamları onun zamanında yetişmişti.

Fakat ikinci Bâyezid, imparatorluğun salâbetini daha çok Şark, Türk ve İslâm âleminde yapılacak kuvvetli bir anlaşma ve birlikte buluyordu. Bu sebeple onun zamanında devletin yüzü daha çok Şark'a döndü ve Batı dünyası ile fazla ilgilenmedi.

XV. asırda Türkçenin geçirdiği inkılâp ve tekâmül de üzerinde durulacak kadar mühimdir: XIII. ve XIV. asırlarda gördüğümüz Türkçeye dönüş hareketi bu asırda yavaşlamıştır. Bilhassa ilim ve edebi­yat dilinde Arabî ve Farisî kelimeler rağbet görmeye başlamıştır. Bu hareket, Türk aydınlarının yeniden Arap ve İran dillerine dönmeleri manasında değildir. Büyük imparatorluk kuran bir Türk-İslâm Devleti­nin hâkim bulunduğu sahalara söz geçirecek derecede zengin bir dile duyduğu ihtiyaçtandır. Kısaca, yeniden bir imparatorluk dili olmasındandır. Çünkü bu asırlarda Türkçeye giren kelimeler yalnız Arap ve Acem dillerinden gelen sözler değildir. Balkan dillerinden Yunanca, Lâtince ve İtalyancadan keli­meler gelmiştir. Bu dillerin konuşulduğu yerlere hâkim ve sahip olan Türkler, bir taraftan oralara Türkçe sözler götürmüşler, öte yandan, buralardan kelimeler almışlardır. Yeni gelen kelimeler Türkçenin kendi bünyesi içinde gelişmesine mâni olmuş, fakat dilimize daha geniş bir ifade kolaylığı vermiştir.

Dilin sadeliğini terk etmesi veya başka dillerden kelimeler alıp Türkçeleştirmesi, devletin çeşitli mil­letler coğrafyasında imparatorluk kurmakla meşgul olduğu, büyük hamleler devrine rastladığından, fazla göze batmamış ve esasen fark edilecek süratte olmamıştır.

Bununla beraber, aynı asırda bir kısım yazarların bunun farkına vardığı ve belki de bunu önlemek için sade, basit ve kökü Türkçe kelimelerle şiirler söyledikleri olmuştur. Daha mühim olarak: Aynı asır­da Osmanlı hükümdarlarının emriyle, sade ve güzel halk Türkçesiyle, popüler eserler yazılmıştır. Hal­ka halk diliyle hitâp eden bu çeşit eserlerin başında anonim Osmanlı tarihleri görülür. Nesirle yazılmış birer destan değeri taşıyan bu türlü eserlerin, Osmanlı imparatorluğumu geniş Türk kütlelerine tanıt­mak ve sevdirmek gibi bir gayeleri de vardır.

Aynı asırda halk diline ve dolayısıyla halk edebiyatına da yeni kelimeler girmiştir. Halk diline daha çok aydınların ve halka İslamiyet’i tanıtanların dilinden akan ve mühim bir kısmı da Türk halkının fethe­dilen yerlerde yaşayan yerli ahaliden öğrendikleri bu kelimeler, ya ortak İslâm medeniyetinin ya da Osmanlı ihtişamının Türkçeye işlediği sözlerdir. Fakat imparatorluk dilinin yeni coğrafyalarda zengin­leşmesi ile az çok değişen halk dili, bu kelimeleri, Yunus Emre Türkçesi'nde olduğu gibi, büyük kudret­le hazmetmiş; onları kendi cümle ve mısra mimarîsi içinde hâlis Türkçeden fark edilmez hâle koymuş­tur.

NİHAD SAMİ BANARLI, RESİMLİ TÜRK EDEBİYATI TARİHİ II, MEB YAYINLARI, İSTANBUL

1998, s.416-419.)

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi