Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

REFİK HÂLİD

Tanışmadım amma gördüm. İnce bir gövde, renksiz bir yüz ve bu solgun yüzü köprü gibi ikiye bölen kemerli bir burun. Küçük, parlak; fakat namlu içi gibi karanlık, yine namlu içi gibi derinliğinde bir fişeğin nikel şimşeği çakan gözler. Acı sözleri hatırlatan biber renkli bir ağız. Konduğu yerlere kaşıntı veren ışıktan ısırganlı bakışlar. Benim gördüğüm madde Refik Hâlid işte budur. İnsanlık tarafını tanımadığım, iyi bilmediğim için bu cephesi üstünde durmayacağım. Yalnız girgin bir adam olduğunu sanıyorum. Çünkü o, Sinop’ta sürgünken, değerli bir sanatkârın çile çekmesine dayanamayan bazı arkadaşlar, Rahmetli Talât Paşa’ya başvurarak onu İstanbul’a getirtmişlerdi. Merkez-i Umumi o sıralarda Yeni Mecmua yı çıkarıyordu.

Refik Hâlid de bu mecmuanın yazıcıları arasına karıştı. Aradan bir ay geçmeden herkesle can ciğer olmuş, kendini adamakıllı sevdirmişti. O kadar ki kendisini sürgünden getirtenler, herhangi bir dileklerini büyüklere kabul ettirmek için, onun delâletine muhtaç kaldıklarını gülerek söylerlerdi.

Daha sonraları, Bahriye Nâzırı Cemal Paşa gibi gerçekten yaman bir adamın yardımına kavuştuğuna bakılırsa, girginliğinden kimsenin şüphesi kalmaz sanırım.

Hiciv, mesut adamın işi değildir. Çok kere onu verimsiz, hain bir hayat hazırlar. Dünyanın büyük satircilerine bakınız, acı bir çocukluk, incinmiş bir gençlik çağının örsle çekici arasında dövüle dövüle keskin birer kılıç olduklarını görürsünüz. Onlar, hiciv ve alaylarıyla, geçmişten öç alırlar.

Refik Hâlid in çocukluğunda böyle zehirli bir çağın bulunduğunu zannetmiyorum. Fakat öç duygusu, sade yoksulluktan, yaşayış darlığından doğmaz. Sevgi ve şefkat mahrumiyeti de bu ruh titizliğini meydana getirebilir. Onu bu geniş tetkik süzgecinden geçirmediğimiz için, bilgimizi tam sayamayız. Hem sonra ona, nihayet bir istisna gibi bakmak da mümkündür. Yalnız onun kendi çocukluğuna ait bazı iç enstantanelerini hatırlıyorum ki ruhunun tahlilinde bize yardım edebilir.

Meselâ, günün birinde sofraya oturulurken, gözü büfedeki kaymaklı ekmek kadayıfına gidiyor ve anlaşılmaz bir gönül çıkmazına saparak, hiç sebepsiz:

-    Ben bunu yemem! diyor.

-    Niçin? diye soruyorlar.

-    Sevmem de, cevabını veriyor. O günden sonra evde ne vakit bu tatlı yapılsa “Refik bunu yemez!” sözü geçiyor ve işte bu mânâsız şey, onun yıllarca kaymaklı ekmek kadayıfından mahrum kalmasına sebep oluyor.

Bu hâdisede belki Refik Hâlid’in siyasî hayatındaki çetrefilliği anlatacak bir ipucu bulunabilir. Belki bir gün:

-Ben İttihatçılardan hoşlanmam! demiş ve sonra, tatlı meselelerinde olduğu gibi, bir daha da bu sözünden dönememiştir.

Sanatkâr Refik Hâlid’e gelince: Fecr-i Âti, eğer edebiyat tarihinde nefes almışsa, onu yaşatan kudretlerden biri, belki en büyüğü odur. Halit Ziya’dan, Rauf ve hattâ Hüseyin Cahit’ten sonra düzgünsüz, yaldızsız nesrin ilk güzel örneğini o verdi. Dilde inkılâp yapmak ihtiyacını da onun sadelikte gösterdiği mükemmellik doğurmuştur, sanıyorum. Terkipsiz, boyasız halk Türkçesinin kuvvetli bir sanatkâr elinden geçince ne sevimli ve ne alımlı hale girdiğini, Halide Hanım’dan önce o göstermişti.

Kirpinin Dedikleri'ndeki “Polislerin İmtihanı” hikâyesi çıktığı vakit etrafta uyandırdığı duygu hem hayret hem imrenme oldu.

Refik Hâlid’de, çöplüğü cennet yapan büyülü bir sanat menşuru var. Ondan süzdüğü manzaralar, tabiat ve şahıslar altın suyuna batırılmış zincirler gibi ansızın kıvılcımlı bir parıltı ile göz alırlar. Sözler nota, cümleler batota olur. Oynak, berrak, cilveli satırlar sıralanır. Yazıya ilk bakışta göze çarpmayan gizli bir musikî, bir iç ahengi yayılır. Duygusunda çarpıcı derinlikler, düşünüşünde zihni durduracak genişlikler yoktur. Fakat kendi yolunda bir tanedir.

“Şeftali Bahçeleri”, “Sarı Bal”, “Yatık Emine” hikâyeleri, hikâyeye memleketin girişidir. Bunlarda yazıldığı çağın manzarası, psikolojisi, mantığı, iç ve dış varlığı ile bütün memleket yaşar.

Memleket Hikâyeleri gerçekten öz hikâyelerdir. Ondan sonra ne kadar gayretliler çıktı. Bu yolda uğraştılar. Fakat gözlerindeki kalın perdeyi sıyıramadılar. Baktıkları yeri göremediler. Kabukta kaldılar, cevhere varamadılar.

Refik Hâlid pervasızdır. Başkasının ne diyeceğini düşünmez. Bildiği, hoşuna gittiği gibi yazar. Nitekim Ankara yangınını anlatan bir yazısında, eski Ankara cayır cayır yanar, halk çığrışarak öteye beriye kaçışırken, o hiç tınmadan buna kayıtsız kaldığını söyler. Minelbab İlelmihrab eğer başladığı gibi devam etseydi, bu teşhisini koyduğum ruhun, kim bilir ne yaman görünüşleriyle karşılaşacaktık. Ago Paşa’nın Hatıratı, Sakın Aldanma İnanma Kanma, İstanbul’un İçyüzü, Bir içim Su, Bir Avuç Saçma, Yezid’in Kızı gittikçe yükselen birbirinden güzel eserlerdir.

Suriye gazeteleri Sürgün adıyla yeni bir eser yazmakta olduğundan bahsetmişlerdi. Galiba bir de İnkılâp Tarihi kaleme almayı tasarlıyordu. Hâlâ çıkmadıklarına bakılırsa, vazgeçti demektir. Zaten onun yalnız sanat sahasında kalması, hem kendisi hem memleket edebiyatı için daha uygun olur.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi