Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 SÂMİPAŞAZÂDE SEZÂİ KİMDİR?

(1859-1936)
Tanzimat sonrası Türk edebiyatının ikinci nesline mensup hikâye ve roman yazarı.


Sultan III. Ahmed devrinde ordu ile Mora’ya gitmiş ve orada Tripoliçe’de tekke kurmuş bir aileye mensuptur. Büyük babası Halvetî şeyhlerinden Ahmed Necib Efendi, babası Abdurrahman Sâmi Paşa’dır. Annesi Gülârâyiş Hanım, Kafkasya’dan kaçırılmış bir Çerkez kızıdır. Kardeşi Hazîne-i Evrâk mecmuasının kurucularından Sâmipaşazâde Abdülbâki’dir. Mora isyanı sırasında isyanın bastırılmasında görev alan babası adada rehin kalan ailesini kurtardıktan sonra Mısır’a iltica eder ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın hizmetine girer. Bu isyanın sebeplerini ve gelişmesini anlattığı eserini beğenen Mehmed Ali Paşa onu Bulak Matbaası müdürlüğüne ve başmâbeyinciliğe getirir (1831). Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa’nın ölümünden sonra hidiv olan Abbas Paşa ile anlaşamayınca 1849’da Mısır’dan ayrılmak zorunda kalan Sâmi Paşa kalabalık ailesiyle birlikte İstanbul’a gider ve Osmanlı Devleti’nin hizmetine girerek Rumeli müfettişliği, Trabzon, Vidin, Edirne ve Girit valilikleriyle Maarif nâzırlığı, Meclis-i Vâlâ, Meclis-i Aliyye ve Meclis-i A‘yân üyelikleri gibi önemli görevlerde bulunur.


Sâmipaşazâde Sezâi babasının İstanbul Aksaray’da Taşkasap’taki konağında doğdu. Bir mahalleyi andıran konak Ziyâ Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Ali Suâvi, Osman Nevres, Yenişehirli Avni Bey ve Üsküdarlı Hakkı Bey gibi devrin önemli fikir adamı ve edebiyatçılarının devam ettiği bir kültür merkezi hüviyetindedir. Tahsilini bu konakta özel olarak yapan Sezâi’nin hocaları arasında Çankırılı Hâşim, Mehmed Galib, Resul Mestî ve Muallim Feyzî bulunmaktadır. Sezâi’ye burada devrin şairlerinden Osman Nevres, Üsküdarlı Hakkı ve Yenişehirli Avni şiir ve edebiyat zevki verirken Mösyö Fabre adlı bir Fransız hoca Fransızca dersleriyle birlikte 1789 Fransız İhtilâli vesilesiyle onda hür düşünce fikrini uyandırdı. Sezâi henüz çocuk yaşta, babasının Çamlıca’daki yazlık köşküne komşu köşklerde oturan ve ömür boyu dostlukları devam edecek Abdülhak Hâmid ve Recâizâde Ekrem’le tanıştı.


1879’da Evkāf-ı Hümâyun Mektûbî Kalemi’ne giren Sezâi, bir yıl sonra Londra Sefâreti ikinci kâtipliğine tayin edildiyse de babası izin vermediğinden bu göreve ancak babasının ölümünden sonra gidebildi. 1885’te izinli olarak geldiği İstanbul’da görevinden azledildi. 1885 kışını Paris’te geçirdi, orada Tunuslu Mahmûd b. Ayat’ın kızı Latife Hanım’la kısa süren bir evlilik yaptı. 1886’da teklif edilen Viyana Sefâreti ikinci kâtipliğini kabul etmedi; 1901’e kadar Hariciye Nezâreti İstişare Odası muavinliğinde çalıştı.


1888’de Sergüzeşt’i yayımlaması ve bu romanda esaret konusuyla birlikte hürriyet kavramını işlemesinden dolayı sıkı bir takibe alındı. Bunun üzerine yakın akrabalarından Âyetullah ve Bâki beylerin aracılığı ile İstanbul’daki Jön Türk mensuplarıyla tanıştı ve yurt dışına kaçma çareleri aramaya başladı. Maceralı bir yolculuktan sonra Jön Türkler’in lider kadrosunun yanına Paris’e kaçmayı başardı (1901). Paris’te II. Meşrutiyet’in ilânına kadar Ahmed Rızâ Bey’in yönetiminde çıkan İttihat ve Terakkî’nin yayın organı Şûrâ-yı Ümmet gazetesinde Osmanlı Devleti’nin iç ve dış politikası ile mevcut rejimi ağır bir dille eleştiren yazılar yayımladı.


II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine İstanbul’a döndü ve 1909-1921 yılları arasında Madrid sefiri olarak görev yaptı. Ancak 1914’te hastalanınca uzun süreli izinlerle sık sık görevinden ayrılmak zorunda kaldı; 1916-1918 yıllarını tedavi amacıyla İsviçre’de geçirdi. 1921’de görevinden azledildi; İstanbul’a döndükten sonra hayatını çeşitli gazete ve dergilere yazdığı yazılarla güç şartlar altında sürdürdü. 1927’de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kendisine “hidemât-ı vataniyye” tertibinden cüzi bir maaş bağlandı ve ölümüne kadar İstanbul Belediyesi’nce Kadıköy Mühürdar’da kiralanan bir evde yaşadı. 26 Nisan 1936’da vefat etti, kabri Küçüksu Mezarlığı’ndadır.


Bir yandan küçük yaştan itibaren eserlerini okuduğu Nâmık Kemal’in, diğer yandan aile fertleri arasındaki Jön Türkler’in etkisiyle ikinci Tanzimat nesli içinde politikayla en çok uğraşan Sezâi hikâye, roman, tiyatro ve edebî tenkitle çok sayıda siyasî ve sosyal muhtevalı makale yazmış olmasına rağmen edebiyat tarihinde daha çok Sergüzeşt yazarı olarak tanınmış, bu romanın getirdiği şöhret onun diğer eserlerini gölgede bırakmıştır. Henüz on dört yaşında iken edebiyata ve edebiyatçılığa heves eden Sezâi’nin ilk yazısı Kamer dergisinde yayımlanmıştır. Resmî görevle henüz Avrupa’ya gitmeden önce Victor Hugo, Alphonse de Lamartine ve Musset gibi Fransız romantiklerini okumuş, onlardan belli ölçüde etkilenmiş, Londra yıllarında İngiliz edebiyatını ve özellikle Shakespeare’i tanıma imkânı bulmuştur.


Paris’te Jön Türkler’e katıldıktan sonra Sezâi’nin Şûrâ-yı Ümmet gazetesindeki yazılarında önemli dış meselelere ilgi duyduğu görülmektedir. Uzakdoğu’da Japonya’nın Rus ordusunu ve donanmasını yenilgiye uğratması Jön Türkler’i heyecanlandırmış, Sezâi, Rus-Japon savaşı ve bu savaşın büyük kahramanı Amiral Togo ile ilgili yazılar kaleme almıştır. İran şahının meclisi feshetmesi üzerine çıkan ayaklanmaları fırsat bilen İngilizler’le Ruslar’ın ticarî menfaatlerini koruma bahanesiyle İran’a ordu sevketmeleri, ayrıca Azerbaycan’daki Rus tehlikesi onun dikkatinden kaçmamıştır. Ancak II. Abdülhamid ve rejimini Batılı politikacıların görüşleri doğrultusunda değerlendiren Sezâi’nin bu konudaki eleştirilerinde tarafsız ve ileri görüşlü olduğu söylenemez. Başlangıçta Hazîne-i Evrâk’ta yazıları çıkan Sezâi’nin yazar kadrosunda yer aldığı yayınlar arasında İkdam, İleri, Edebiyyât-ı Umûmiyye Mecmuası da vardır. Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşları ve Millî Mücadele yıllarını Avrupa’da geçiren Sâmipaşazâde Sezâi’nin, vatanının uğradığı haksız hücum ve işgaller karşısında o zamana kadar savunduğu ve örnek aldığı Batı medeniyeti hakkındaki düşünce ve kanaatlerini değiştirdiği görülür.


Sâmipaşazâde Sezâi, Türk edebiyatı tarihinde Halit Ziya’dan (Uşaklıgil) önce yetişen ilk büyük üslûpçu olmakla birlikte cümleleri onun cümleleri kadar sağlam değildir. Hayatı boyunca Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan yeni edebiyatı savunmuş, bu edebiyata yapılan hücumlar karşısında daima yeninin ve yeniliğin yanında yer almıştır. Millî Edebiyat akımı başladıktan sonra Türk dilinin sadeleşmesi fikrini desteklemiş, çeşitli yazılarıyla Mehmet Emin’i (Yurdakul) ve onun açtığı çığırı savunmuş, bunu Türklüğün mânevî varlığını gösterecek tek yol olarak görmüştür.

Eserleri.

1. Sergüzeşt (İstanbul 1305). Esas olarak Tom Amca’nın Kulübesi adlı romanla XIX. yüzyılda bütün dünyada aktüel bir tem haline gelen esaret konusunun işlendiği eserde daha çok romantik bakışla toplumdaki sosyal bir yara gündeme getirilir. Amacı esaret kurumunun insanlık dışı yönü üzerinde okuyucuyu düşündürmektir. Romanda yazar olaylara, konaklarında bir arada yetiştiği câriyeler dolayısıyla hayatını ve ıstıraplarını çok yakından bildiği güçsüz kahramanı Dilber’in gözüyle bakar. Bu suretle ezen-ezilen, kuvvetli-zayıf tezadını çarpıcı şekilde dile getirdiği gibi Dilber’in başından geçen olaylar vasıtasıyla toplumun merhamet duygularını harekete geçirmek ister. Romanın eleştirilecek bir yönü esaret meselesini sadece Doğu’ya aitmiş gibi göstermesi, Avrupa’daki serf sistemini ve Amerika’daki köleliği âdeta görmezlikten gelmesidir.

2. Küçük Şeyler (İstanbul 1308). Çeşitli hikâye, deneme ve tercümelerden meydana gelen bu eserinde Sezâi, mukaddimede belirttiği gibi Nâmık Kemal ve Abdülhak Hâmid çizgisinden kısmen uzaklaşmakla birlikte yine de tasvirlerine şahsî duygularını katmak suretiyle romantizmden tamamen kopamadığını göstermektedir. Özellikle realist tasvirleri dolayısıyla devrinde bir çığır açan eser Servet-i Fünuncular üzerinde büyük ölçüde etkili olmuş, gerek devrinde gerekse daha sonraki yıllarda takdirle karşılanmıştır.

3. Şîr (İstanbul 1296). Yazarın yirmi yaşlarında iken kaleme aldığı bu oldukça zayıf ve acemice eser üç perdelik bir trajedi olup devrinde bir yankı uyandırmamıştır.

4. Rumûzü’l-edeb (İstanbul 1316). Hikâye, hâtıra, gezi notları ve sohbet yazılarından meydana gelmiştir.

5. İclâl (İstanbul 1924). Tek bir hikâye ile hâtıra, gezi notları ve denemelerden oluşmuştur.

6. Konak. Yazarın 1934-1935 yıllarında yazmaya başlayıp tamamlayamadığı bir roman müsveddesi olup Güler Güven tarafından yayımlanmıştır (TDED, XXI [1973], s. 97-113). Sezâi’nin eserlerinin büyük kısmını Zeynep Kerman Sâmipaşazâde Sezâi’nin Hikâye-Hatıra-Mektup ve Edebî Makaleleri (İstanbul 1981) ve Sami Paşazâde Sezai-Bütün Eserleri (I-III, Ankara 2003) adıyla neşretmiştir.


Zeynep KERMAN (İSLAM ANSİKLOPEDİSİ- cilt: 36,  sayfa: 77-78)


 


SÂMİ PAŞAZÂDE SEZAİ-EDEBİ PORTRELER

Sergüzeşt'i okurken esire âşık olan asil ressamı, hep eserin sahibi yerine kor, Sezai Bey’i bu his çerçevesi içinde düşünürdüm.

Aradan uzun zamanlar geçti. Bir gün Beyazıt’ta ona rastladım. İnce, kuru vücudu biraz öne eğilmiş, bembeyaz başı göğsüne düşmüştü. Bastonuna dayana dayana yürüyor ve bastonuna dayanan zayıf, dermansız ellerinde dolgun damarlar kabarıyordu. O zarif, gürbüz ressamla bu titrek ihtiyar birbirlerinden ne kadar ayrı varlıklardı!

Süleymaniye’deki kız lisesinde Türkçe okuttuğunu biliyordum. Madrid sefirliğinden bir çocuk sınıfına düşüşteki nasip cilvesi onu işte bu kış sabahında kim bilir tâ nereden kaldırıp şu deli poyrazın dalga dalga sarstığı yere atmıştı.

Sebebi güç anlatılır bir duyguya uyarak adımlarımı yavaşlattım. Onu geçmek, onu gördüğümü ona göstermek istemiyordum. Gördüğümü anlarsa, bana öyle geliyordu ki sanki soğuk artacak, zavallı ince pörsük derisi daha çok sızlayacaktı.

Sâmi Paşazâde on adım ileride titrek bir gölge gibi yürüdü. Geçmedim, beni ve ona bakan gözlerimdeki gamlı merhameti görmedi.

- Çalışan adama niçin acımalı? diyeceksiniz.

Size yalnız şunu söyleyeyim ki Sezâi Bey o tarihte yetmişine yaklaşmıştı. Bitkindi. Sınıfa değil, sanatoryuma lâyık bir halde idi.

İnsan bütün bir ömür çalıştıktan sonra, bu titrek günlerini rahat yaşayışa kavuşturmazsa, döktüğü alın teri, insanlığın vicdanını kanatsa yeridir.

Bu adam, içinde üç yüz kişinin beslendiği saray gibi bir yalıda doğmuştu. Bastığı yerlere ipek halılar serilmiş, kuş tüyü yastıklara dayanmıştı.

Gözlerini, Firavun mezarlarını andıran muhteşem dekorlar içinde açmış, altın saksılarda nazlı bir çiçek gibi büyütülmüştü.

0 başlangıç ile bu son arasında ne müthiş bir ayrılık vardı.

Onda eğer bir mirasyedi ruhu olsaydı, akıbetini yadırganmayacaktım. Hâlbuki işin içyüzü hiç de böyle değildir. Sâmi Paşazâde, doğduğu burjuva muhitinin inanışlarından ayrı bir ruh hamlesi gösterdi.

Sergüzeşt bunun şahididir. Eseri, esirliğin sanatkârca bir protestosu sayabiliriz. Kitabın hem his, hem fikir cephesinde bu inanış, göze çarpar.

Bütün bunlar bir tarafa bırakılsa bile, Avrupa tarzında ilk romanı, ilk küçük hikâyeyi veren bir zekânın, ihtiyarlığında yoksulluğa uğraması memleket hesabına yine bir acıdır.

Sezâi Bey, Tanzimat hamlesinin sanat cephesini işlemiş bir kahramandı. Onu bugüne göre değil, yaşadığı zaman çerçevesi içinde muhakeme edersek bu hakkını teslim ederiz. Küçük Şeyler, minimini bir hikâye kitabıdır. Fakat içinde bugün de zevkle okunacak sağlam yapılı hikâyeler var. Tiplerde ilk şaşmaz seciye çizgilerini onun kahramanlarında görüyoruz.

“Kediler”, “Pandomima”, “İki Yüz Kuruşa Bir Asır” gibi hikâyelerinde tahlil burgusuyla, görüş ve renk zenginliği el ele vermiştir.

İçinde fevkalâdelikler bulunmayan şeyleri sanat mevzuunun dışında sayanlar, ilkin bu eserlere karşı dudak bükmüşlerdi. Küçük Şeyler'in alçakgönüllü adı, birçoklarını alâkasız bırakmıştı. Fakat zaman onlara lâyık oldukları değeri verdirdi. Bugün Sâmi Paşazâde Sezâi’yi yeni hikâye ve romanda bir merhale olarak kabul ediyoruz. Sanat tarihinde durak yeri payesi herkese verilmez. Buna erenlerin ise adları, hizmet ettikleri dil yaşadıkça, hafızalardan silinmez.

Onu, bu bakımdan bizim gibi gelecek nesiller de selâmlayacaklar.

Buraya kadar söylediklerimiz, Sâmi Paşazâde’nin şahsiyetini ortaya koymuştur. Başka bir tasnif ile bunu tekrara lüzum görmüyoruz. Zaten bütün edebiyat tarihleri, onu Avrupaî tarzın ilk müjdecisi, birinci yaratıcısı olarak anarlar.

Ben yalnız bir noktaya işaret edeceğim. Sanatkâr, bolluk içinde hayata girmişti. Maddî ve manevî bolluk içinde... Yalının zengin bir kütüphanesi vardı. O, daha çocuk yaşında yabancı dil öğrenmişti. Gençliği seyahatle geçti. Bütün büyük dünya merkezlerini dolaştı. Observatiorı (müşahede) bakımından onun kadar talihli pek az kalem sahibine rastlanır.

Böyle zengin imkânlarla kuşatıldıktan sonra, nasıl olup da bu kadar az yazdığına şaşıyorum. Frenk eserlerini okumuştu. Orada bir muharririn küçücük bir ömür parçasına sığdırdığı büyük başarışları elbette yakından görmüştür. Hayatındaki vazifelerin de onun bütün kudretini alacak, bütün benliğini sömürecek bir ağırlığı yoktu. Yazmayışı gerçekten şaşılacak bir şeydir. Yazıp da neşretmemesini hiç de akla yakın bulmuyorum.

Bize verdiği eserler şunlardır:

1.    Sergüzeşt,

2.    Küçük Şeyler,

3.    Rümuzü’l-Edeb,

4.    İclâl,

5.    Şir. Küçük Bir Piyes

Hepsini toplasanız ancak büyükçe bir cilt tutar.

 

Bir Fransız münekkidi Alfred de Müse için, “Dehana inanmasam, az yazdığın için seni hainlikle itham ederdim,” diyordu. Müse, on yılda on bir cilt eser verdiği halde bu sitemlere lâyık görülürse, artık bizim neler söylememiz lâzım geldiğini siz düşünün. Fakat insafı elden bırakmayalım ve unutmayalım ki bizde, “Maksûd eserse mısra-ı berceste kâfidir,” zihniyeti vardı. Bütün eskiler de birer divanla tarihimizin şanlı sedirlerinde yer almışlardır

EDEBİ PORTRELER, GEZGİN HAKKI SÜHA



SAMİPAŞAZADE SEZAİ -2

(1860 -1936)

Samipaşazâde Sezai, babasının Taşkasap Semti’ndeki büyük konağında doğmuş, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını eserlerinde derin izler bırakan bu konakta geçirmiştir. Bu konak, devrin ileri gelen kültür ve edebiyat adamlarının toplantılarına sahne olan bir konaktı. Konağa devam edenler arasında Ziya Paşa, Ali Süavi, Ahmet Vefik Paşa vardır. Çamlıca’daki köşkleri ise, devrinde “bir mekteb-i edeb” (edebiyat okulu) diye ün kazanmıştır. Samipaşazâde Sezai Çamlıca’da Abdülhak Hamit ve Recaizâde Ekrem ile tanışmıştır. Yazı yaşamına on dört yaşında ailesinden gizli olarak Kamer adlı bir dergiye yazı göndererek başlamıştır. İngiltere, özellikle Londra onun edebî ufkunu genişletmiş, İngiliz edebiyatını, bilhassa Shakespeare’i okumuştur.

İstanbul’da geçirdiği 1886-1901 yılları, Samipaşazâde Sezai ’nin edebî hayatının en verimli dönemi olmuştur. 1888’de Sergüzeşt’i, 1891’de Küçük Şeyler’i, 1898’de Rumûzu’l Edeb'i yayımlamıştır. Sergüzeşt’te “esaret ve hürriyet” kavramlarını     işlediğinden takibe alınmıştır.

 Samipaşazâde Sezai, Tanzimat’ın ikinci nesline mensuptur. Abdülhak Hamit ve Rezaizâde Ekrem gibi o da Namık Kemal'in etkisinde kalmış, ömür boyu düşüncelerinin ateşli bir savunucusu olmuştur. Samipaşazâde Sezai, edebiyatımızda genellikle “Sergüzeşt” yazarı olarak bilinir. Bu şöhret onun hikâyeci ve denemeci yönünü gölgede bırakmıştır. Hâlbuki onun asıl çığır açan ve Servet-i Fünûncuları etkileyen eseri “Küçük Şeyler” adlı kitabıdır. Samipaşazâde Sezai, romantik bir mizaca sahiptir, fakat realist akımın da etkisinde kalmıştır. Bunu hikâyelerinde olduğu kadar gezi notlarında, hatıra yazılarında da görebiliriz.

Bu bakımdan Samipaşazâde Sezai’yi Türk edebiyatında romantizmden realizme geçişi hazırlayan bir yazar olarak da değerlendirmek yerinde olur. Samipaşazâde Sezai, hiç şüphesiz Halit Ziya’dan önce ilk büyük üslup ustamızdır. Fakat o Halit Ziya gibi Türk dilinin grameri üzerinde sistemli bir şekilde düşünmediğinden, cümleleri Halit Ziya’nınkiler kadar sağlam değildir.

Samipaşazâde Sezai, Servet-i Fünûnculardan önce Sergüzeşt’te aktüel bir konuyu estetik bir şekilde işlemiştir. Samipaşazâde Sezai, Türk romanında insan-mekân ilişkisini ilk olarak dengeli bir şekilde kuran romancımızdır. Romanın tenkit edilebilecek yönü, romantik bir tutumla ele alınan “cariyelik/kölelik” meselesinin sadece doğuya özgü bir kurum gibi gösterilmesidir. Samipaşazade Sezai Amerika’daki köleliği, Avrupa’daki sömürgeciliği görmezden gelmiştir.

Türk romanında cariyeler, aile içindeki konumları itibarıyla genellikle rahat, iyi ve olumlu yönleriyle sunulurken Samipaşazâde Sezaî, Sergüzeşt (1889) romanında bu sınıfın dramatik ve trajik durumunu öne çıkarmıştır.

Romanlarda sadece Çerkeş cariyelere değil, zenci erkek kölelere de yer verilmiştir. Cevher bu romanda hayatı hikâye edilen erkek köledir.

Sergüzeşt, Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçiş döneminin yaşayış tarzını bir konağın günlük hayatı içinde ve realist bir şekilde verir.

Gerek karakter ve gerekse mekân tasvirlerinde romancı, genellikle, realisttir. Fakat romanda, yer yer romantik bir atmosfer de göze çarpar. Bu hali ile eser, romantizmden realizme geçişin romandaki ilk denemesi olarak kabul edilebilir.

Sergüzeşt’in dilinde tam bir istikrar yoktur. Birçok yazısında Türkçenin sadeleştirilmesine taraftar olduğunu söyleyen yazarın, betimleme ve analizlerde, Türkçeden uzaklaştığı görülür. Üslûpta Namık Kemal’i izlese de, eserlerinde özensiz bir üslûp görülmektedir.

 

Eserleri: Sergüzeşt (roman) ve Küçük Şeyler (hikâye) önemlidir.

ZAMBAK YAYINLARI