Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

NÂBÎ HAYATI ve ESERLERİ


Eski şairler en güzel gazelleri yazmak için birbirleriyle yarışıp durmuşlar. Bu da ister istemez onları daha önce söylenmiş sözleri yeniden üretmek ve değişik biçimde söylemek veya ifadesi güzel olmayan bir şeyi güzel ifade etmek gibi yollara yöneltmiştir. Buna eskiler nazire demiştir.


Bütün bu şairler, sayıları binin üzerinde olan şairlerin hepsi; mutlaka bir sonraki yahut da bir önceki şair ile benzer şiirler yazmışlar. İçlerinden sadece bir elin parmakları kadar olanlar, ötekilerin yazdıklarına fazla itibar etmeden kendilerine bir yol açmayı, bir ufuk açmayı ve bilinmeyen bir yolda yürümeyi denemişler. Bu da onlarda şöyle bir üslup oluşturmuş. Kuvvetli sanatçı iseniz söyledikleriniz kendinize has olur. Size herhangi bir yerde bir beyit okuduklarında, bu falancanın şiirine benziyor, dersiniz. Böyle şairlerin sayısı çok azdır. Çünkü bunlar şiire üslup getiren insanlardır. Kendilerine, kişiliklerine ve kimliklerine ait üslubu şiire vermişlerdir. Diğer şairler de şiirlerden kendilerine kimlik edinirler. Yani bir şiir havuzu vardır, o şiir havuzundan kendilerince uygun olan imajları, hayalleri, mazmunları alarak şiir söylerler. Bazı şairler ise o havuza kendilerinden bir şey katarlar. Mesela Fuzulî, Nefî, Şeyh Galib... Bunlar yüzyılları aşacak kadar güçlü şairlerdir.


İşte bunlardan bir tanesi de Urfa’da doğduğu, Urfa’da büyüdüğü için Urfalı lakabı ile anılan, daha sonra kendisine pir, üstat gibi tanımlarla hürmet ifade edilen Yusuf Nâbî Efendi’dir.

Bende yok sabr u sükûn, sende vefadan zerre
İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere
Bende sabır ve sükûn yok, ey sevgili sende de zerre kadar vefa yok, yani tam bir âşık maşuk hali. Sende vefa yok, bende de sabır yok. İki tane yok var ortada... İki yok bir aşkın adını oluşturuyor. Sevgilide vefa ve gülümseme yok, âşıkta da sabır ve sükûn yok...
İki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kere... Buyurun size bir bilmece. Buna eskiler muamma diyorlar. Muamma, şiir biçiminde bilmece söylemek, şiiri bulmaca haline getirmek demektir.


Biliyorsunuz, Türkçede iki tane ön ek vardır. Biri Arapçadan, biri Farsçadan girmiştir. Mesela bir ismin başına bî- getirdiğiniz zaman olumsuz anlam ifade eder. Bî-çare, çaresiz; bî-nasip, nasipsiz; bî-haber, habersiz gibi olumsuzluk anlamı verir. Bunun Farsça karşılığı nâ’dır. Nâ-ehil, ehil olmayan; nâ-çar, çaresiz; nâ-murad, muradına erişmeyen vb. iki tane yok, biri bî- birisi nâ-. Bundan ne çıkar? Nâbî çıkar...


Yani tevazu gösterip diyor ki, sen olmadıktan sonra söylediklerimin bir değeri yok. Bende sabır ve sükûn, sende de vefa olmadıktan sonra bütün yazdıklarım boşa gitmiş demektir. Espriyi burada yapıyor aslında. Yani birazcık vefa göster, benim sabrım son haddine vardı, ama sen hiç olmazsa bir vefa göster manasında...


Nâbî 1642 yılında Urfa’da doğuyor. Gençlik yılları Urfa’da geçiyor. Şiir muhitlerinde bulunuyor. İstanbul’a geldiğinde 2223 yaşlarında bir delikanlı olarak önce kâtiplikle işe başlıyor. Musahip Mustafa Paşa, o sırada kazaskerliğe yakın bir rütbededir. Onun yakınında bulunuyor. Eskiden sanatçılar, eşraftan, seçkinlerden, büyüklerden birinin himayesine girerdi. Telif ücretlerini onlardan alırlardı. Sanatçıyı onlar korurlar ve böylece sanat üretmelerine zemin hazırlarlardı. Şimdiki sponsorluk dediğimiz şey bu işte...
O dönemlerde Nâbî, Musahip Mustafa Paşa’nın himayesine girince ister istemez Mustafa Paşa’nın siyasî görüşlerinin de ya savunucusu, ya da taraftarı olmak zorunda kaldı. 1600’lü yılların sonlarında Osmanlı Devleti o kadar berbat bir yönetim, o kadar kötü bir ekonomi, o kadar içinden çıkılmaz bir anarşi içerisindeydi ki, Anadolu’da Celali isyanları her gün bir yerde baş gösteriyordu. İsyan çıkmadık yer kalmamıştı. Nâbî, İstanbul’a geldikten sonra altı tane padişah devrini yaşamıştır.


Nâbî’nin hayatta olduğu 1642 ile 1712 yılları arasındaki sadrazam sayısı, 80 küsurdur. Her yıl bir sadrazam değiştiren bir ülkenin istikrarından yahut da gelişmesinden, ilerlemesinden bahsedebilir miyiz? Çöküş haddinden fazla, devlet yuvarlanarak gidiyor... Tabii bu derece bozukluk, şehirde eşkıyalaşmayı da getiriyor. Bu dönemlerde yeniçeriler, şehirlerde baskın düzenlerlerdi. Vazifesi disiplini, inzibat görevlerini, asayişi temin etmek olan yeniçeriler; asayişi, düzeni kendileri bozar hale gelmişler. Bazen arada kıymetli paşalar gelmiş, onların başını yemek için elden gelen ne varsa yapmışlar. Said Mustafa Paşa da bunlardan biridir. Çorlulu Ali Paşa’yla da aralarında rekabet vardır. Mustafa Paşa’nın tarafını tutan Rami Mehmed Paşa diye birisi var. Ve bunların ikballeri sırasında Nâbî hep arada kalıyor. Onların tarafını tutsa ayrı, taraf tutmasa ayrı... Tabii devlete ve devletlilere yakın olunca ister istemez başı seng-i kazadan kurtulamamış. Hakkında; gerek lehinde, gerekse aleyhinde olmak üzere düşünceler oluşmaya başlamış, kıskançlıklar ortaya çıkmış. Çorlulu Ali Paşa ona gadretmiş, II. Mustafa’dan sonra III. Ahmed dönemine girildiğinde biraz daha farklı bir ortam oluşmaya başlamış, hepsi üst üste gelmiş ve onun İstanbul’da durması artık imkânsız hâle gelince hava değişikliği yapmak için havasını, suyunu çok beğendiği Halep’e taşınmış. İstanbul’da bir veba salgını çıkınca, güya o da oraya gitmiş. Halep’te Bağ-ı Nâbî diye bir semt hâlâ vardır. Halep’te devlet malikânesinde oturmuştur. Çorlulu Ali Paşa iktidara gelince malikâneyi elinden almıştır.


Tüm bu kargaşa, bu anarşinin arasında çok zeki bir adam olan Yusuf Nâbî Efendi, kendine ait hikmetli söyleyişleri ortaya çıkarabilecek fikirler sahibi oluyor. Bu da onu, kendi çağının iyisini de kötüsünü de görerek, çağını ifade eden, çağına bir ayna tutabilen ve herkes tarafından hürmet gören ve doğruları söyleyen, doğruların sözcüsü haline getiriyor ve her mekânda aranmaya başlanıyor. O kadar ki, Nâbî’nin sohbetinde olmak, Nâbî’yle sohbet etmek, o çağda itibarı artırıyor. Nâbî’nin sohbetinde bulundum, demek, eşraftan sayılmaya benziyor. Çünkü o, sözü üst perdeden söylüyor ve problemlere zekice çözüm getiriyor. Anadolu’yu görmüş, problemleri biliyor ve bu problemleri şiir biçiminde söylüyor. Oğlu Hayrullah adına bir Hayrîname, Hayr-i Name diye bilinir, yazıyor. 17. asrın sonunda Osmanlı Devleti'nin ne durumda olduğunu, işte o kitabı okuyanlar mutlaka anlarlar. Bu bakımdan 17. yüzyıl sonlarının tarihini yazanlar, o kitabı layıkıyla okumadıkları için zaman zaman hataya düşebiliyorlar. Divan şiiriyle tarih birbirini bütünleyen iki parçadır. Biri okunmadan diğeri doğru yazılamaz, biri doğru tespit edilmeden şiir anlaşılmaz Tarih uzmanı olmak isteyen divan şiirini çok iyi bilmeli, divan şiiriyle uğraşan Osmanlı tarihini su gibi ezberlemelidir.
Nâbî, İstanbul’dan Halep’e göç ediyor. Halep, Urfa’dan daha yakın bir yerde. Biz bugün şöyle düşünüyoruz. Bağdat, Irak’ta bir şehir, Halep, Suriye’nin bir kentidir. Haritaya bakarak sınırları çiziyoruz. Ders kitaplarındaki haritalar sınırlarımızı çizdirdiği için böyle düşünüyoruz. Ama o gün için geçerli değil. Bağdat mesela, Ahmet Haşim in doğduğu, büyüdüğü, gençliğini geçirdiği bir yer... Süleyman Nazif de Bağdatlı idi. Yani Bağdat bizimdi, yakınımızdaydı. Amerika’nın bombalarının bugünkü Bağdat’ta imha ettiği bütün yapıları Tanzimat döneminin ünlü şairi Ziya Paşa, vali iken yaptırmış yahut da restore ettirmiş idi.


Halep, Gaziantep’e vardığınız zaman kırk beş dakikalık yol, yani İstanbul’a Türkiye’nin bazı şehirlerinden daha yakın Halep... Böyle baktığımız zaman bizim eski coğrafyamız içerisinde bir yerden bir yere gitmek daha kolay görünüyor...


Mekke ve Medine bizimdi mesela... Bizim sınırlarımız içerisindeydi. Bugün bizim havsalamız almayabilir. Çünkü ders kitaplarının haritalarına göre vatan mefhumunu anlıyoruz. Oysa vatan, sadece bu değildir, vatan Bosna’dır, Macaristan’dır, Bulgaristan’dır.
Bizim Nâbî, Halep’te uzun süre kalıyor. O Halep’te iken İstanbul’da şöyle beyitler söyleniyor:


Kumaş-ı nev-zuhûr-ı marifette şimdilik Sabit
Bulunmazsa Halep damgası, İstanbul da rağbet yok
Sabit, onun çağdaşı olan bir şair, biraz kıskanıyor Nâbî’yi. Nâbî usta bir şair. Dolayısıyla kim kıskanmaz ki, usta şairi... Nâbî’yi kıskanmamak mümkün değil zaten.
Ey Sabit, şimdiki zamanda, marifetin yeni ortaya çıkan kumaşında Halep damgası olmazsa, İstanbul pazarında o kumaş para etmiyor.
Nâbî gibi yazabilmek sonra moda olmuş. O; Halep’te dururken, daha hayattayken bile herkes onun gibi yazmak için özenmiş ve onun mısralarına benzeyen şeyler yazmaya başlamışlar. Onun yaşadığı dönemde İstanbul’da sultanüşşuara olan bir şair, bir dizesinde diyor ki: “Kaldırım taşlarının altında bir şair var. Yani İstanbul’da bu kadar şair bolluğu var, bu adam Halep’te yaşıyor. İstanbul’da yazılan bir şiir güzel mi, yoksa çirkin mi, mihenk taşına konulmak için bir kervana emanet ediliyor, kervan Halep’e varıyor. Halep’te Nâbî şiiri okuyor, altına “Aferin’’ yazıyor. Sonra kervan geri dönerken, ya da başka bir kervan o tomarı alıp getiriyor. Aferin alan şiir İstanbul’da meşhur oluyor. Nâbî’nin üstatlığını herkes kabul etmiş. İstanbul şairleri bile şiirlerini Halep’e gönderip oradan tasdik ettiriyorlar. Yahut Nâbî “Kâfi bir şiir” diyor, altına yazıyor. Kâfi; yeterli manasına gelir. Ama ikinci manası; tezek. Anlayan anlıyor onu. Altına öyle bir not düşebiliyor.
Şimdi kervanların şiir taşıdığı bir çağdan bahsediyoruz. Kervanlara yükün nedir, diye sorulduğunda şairin adını, kimin şiirlerini taşıdığını söylüyorlar. O dönemden bu döneme şiirin mertebesini siz kendi zihninizde hesap edin artık.


Şairin o çağa bir izdüşümü var. Söylediklerini, gördüklerini ilham alarak söylüyor, dolayısıyla hikmete dair şeyler söylüyor. Divanında insanı insan yapan, dürüst bir toplum yaratmak için ne lazımsa ifade eden mısralar var. Aklınız kişisel gelişim kitaplarının hangi sayfasına takılsa Nâbî’nin şiirlerinin bir benzerini mutlaka vezinli ve kafiyeli olarak bulursunuz. Nâbî divanından herhangi bir sayfayı açsanız, ilk okuduğunuz beyti bir hattata yazdırsanız, sadece o beyte uysanız gene de doğru insan olursunuz. Devlet dairelerinin kapılarına astırılması gereken yüzlerce beyti var. Bankalara ayrı, vergi dairelerine ayrı; okullara ayrı, millet meclisinin kapısına bile yazılacak derecede hikmetli beyitler bunlar. O günün toplumunun nasıl dönüştüğünü bilen ve bunları şiir şeklinde söylemiş bir adam. Bunun için ona; Nâbî-i pir, Üstat Nâbî diyorlar.


Bir insanın hayatında efsaneler başlayınca, onu ermiş mertebesine çıkarmak kolaydır. Bir hac kervanı Medine’ye yaklaştıklarında adamın biri ayaklarını Medine’ye doğru uzatıp uyumuş ve o sırada Nâbî de demiş ki:

Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-i Huda’dır bu
Nazargâh-ı İlâhîdir makam-ı Mustafâ’dır bu!..
Şiirle o adamı azarlamış. O gece ilk defa söylediği bu şiiri Medine’deki müezzinler temcit (sabah namazından önce minarelerden belli makamlarda okunan niyaz ilahisi) diye okumuşlar. Bu bir rivayet ama olmuştur da, olabilir de. Nâbî’nin bu toplumun zihninde nereye yükseldiğini gösteren bir rivayet bu.


Toplum önünde bulunan insanlar hakkında yakıştırmalar da az değildir. Fıkra uydurduğumuz zaman Temel şöyle yapmış diye başlarız. Temel, adıyla artık toplumun önünde... Nasrettin Hoca bir gün... dersin; çünkü fıkra için Nasrettin Hoca idealdir, prototiptir. Nâbî de böyle olmuş. Hayatı hakkındaki bilgiler dilden dile tevatür gibi dolaşmış.
Güya zamanın birinde Nâbî’ye demişler ki: “Sen şu işlerin nasıl yapıldığının sırrını bize söyle.” O da, işi yapacak adamları ehil görmediği için; “Bunları size söyleyemem. Zira sırrı layık olmayana söylemek olmaz, o zaman yanlış şeyler yaparsınız” demiş. Güya o şehrin valisi de bunu hapse attırmış, demiş ki: “Söyleyinceye kadar hapisten çıkarmak yok, bu formülleri söyleyecek. Şunu nasıl kurmalı, bunu nasıl yapmalı?” Mesele neyse, işte o yüzden içeride bizimki. Entelektüel zihinler için yalnız kalmak nimettir. Nâbî’yi hapse atınca, Nâbî için güzel. Umurunda bile değil, ha içeride, ha dışarıda. O, ilminden nice pencereler açıp, nice dünyalar dolaşıyor. Bedenen hapiste kalmış, tek başına olmuş, önemi yok bunun. Bir, iki, üç, beş gün... Vali hiç durmadan adam gönderiyor. Söyleyecek mi? Bıkmış mı? Tamam mı?


En sonunda Nâbî’ye diyorlar ki: “Sana işkence yapacak.” Nâbî İşkence de yapsa ben onu layık görmüyorum. Onun için ona bu sırrı söylemem” diyor. Ne yaptılarsa Nâbî hapisteki hayatından memnundur. Günün birinde valinin aklına bir şey geliyor. Diyor ki: “Ben şimdi buna söyletmesini bilirim. Yanına bir tane mahkûm verin, ama zır cahil olsun.” Hücresine köyden getirdikleri cahil bir adam koyuyorlar. Nâbî bir kişi geldi, bana can yoldaşı olur, en azından onunla konuşuruz, diye seviniyor. Bir iki şiirini okuyor, bir iki yokluyor, acaba şiirden haberi var mı? Bir iki sohbet ediyor. Adam nato kafa nato mermer, ne şiirden anlıyor, ne sohbetten. Sonra diyor ki; ben buna şiir öğreteyim. İşte zaman geçer, okuyor, söylüyor, bu böyledir, izah ediyor, yorumluyor, şerh ediyor, gene sonuç yok. Ama aylar geçiyor böyle. Nâbî kahroluyor, ben niye buradayım demeye başlıyor.
Şinasi’nin bir beyti vardır:

Bedbaht ana derler ki elinde cühelanın
Kahr olmak için kesb-i kemal-i hüner eyler
Bahtsız o kişidir ki ilim tahsil eder de cahiller arasında kalır, bu çok zor bir şeydir. Siz bir marifete sahipsinizdir ama çevrenizde sizin marifetinizi anlayacak hiç kimse yoktur.
Günün birinde Nâbî yeni yazdığı bir şiiri okumaya başlıyor.


O hücre arkadaşı Nâbî şiirlerini okurken gözünden böyle yaşlar sicim gibi akmaya başlıyor. Allah Allah! Nâbî onun ağlama ya başladığını görünce şiiri jest ve mimiklerle, tahkiyeli okumaya başlıyor. Derken, adam gittikçe hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Nabi seviniyor. “Adamın yüreğini yumuşattık sonunda…” diyor. Şiir bitince de “Ağa çok mu dokundu bizim şiir sana, diye soruyor. Adam: “Yok, beyim. Şiiri anlamadım ama sen sakalını sallaya sallaya şiirini okurken bir kösemen keçim vardı da onu hatırladım” diyor. Nâbî bu cevaba kahroluyor ve haber gönderiyor: “Valiye haber verin, ne isterse söyleyeceğim, beni çıkarsın” diyor.

Esprili hikmetini şöyle yapmış:
Kimdir bizi men eyleyecek bâğ-ı cinândan
Mevrûs-ı pederdir gireriz hâne bizimdir
Bizi cennet bahçelerinden men edecek olan kimdir? Hani biz biliriz ki öteki dünyada, amellerimize göre cennete layık değilsek orada cennetin kapılarında Rıdvan adlı melek, dur bakalım, nereye gidiyorsun, diyecek bize... Layık değilsek sen şu tarafa gidiyorsun diyecek (Allah göstermesin).


Hz. Âdem cennetten kovulma ya, Hz. Âdem de bizim ilk atamız... Onun için diyor ki; cennet Âdem’den bir baba mirasıdır. Cennet bizim, cennet baba yadigârı, tabii ki gireceğiz. Böyle bir imanla girebilirsiniz. Bu derece söyleyebiliyorsanız, bir şahadet getiren herkes sonunda cennete girecek. Cehenneme geçici bir süre gidilecek. Sonsuzluk düşüncesine, cennet hayatı sonsuz olduğuna göre, 700 milyon yıl cehennemde kalsak insan için kötü bir şeydir. Yani Allah’ın rahmeti, gazabını geçmiştir. Onu söylemek istiyor.

Olmuş o kadar halk-ı cihan mekrde üstâd
Sâbıka-ı şöhret-i şeytân unutulmuş
Şu cihan halkı, hilekârlıkta, fitnede, arabozuculukta o kadar üstat olmuşlar ki, şeytan diye birisinin adını anan yok artık, unutulmuş. İnsanlardan öyle şeytanlar çıkmış ki, şeytanın adı unutulmuş, şeytan muhallebi çocuğu gibi kalmış onların yanında.

ORTAÖĞRETİM İÇİN DİVAN ŞİİRİ, İ.PALA, O.SEVİM

SON EKLENENLER

Üye Girişi