Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

FUZÛLİ HAYATI ve ESERLERİ

Klasik Türk edebiyatının en büyük şairlerinden.  (ö. 963/1556)

Hayatıyla ilgili bilgiler çok azdır. Asıl adının Mehmed, babasının adının Süley­man olduğu bilinmekle beraber hangi tarihte ve nerede doğduğu hakkında ke­sin bilgi yoktur.

Mevcut kaynaklar onun Bağdat civarında doğduğunu kaydederse de belli bir yer üzerinde birleşemezler. Latîfî, Ahdî, Sâm Mirza, Âlî Mustafa ve Âşık Çelebi, bazı şiirlerinde geçen "Bağdadî" ifadesinden ve genellikle Fuzûlî-i Bağdadî diye anılmasından hareketle onun Bağdat'ta doğduğunu söylerler. Kınalızâde Hasan Çelebi'ye göre Hille'de, Riyâzî'ye göre de Kerbelâ'da dünyaya gel­miştir. Ancak şairin bizzat kendisinin Türkçe divanında birkaç yerde Bağdat'ı "diyâr-ı gurbet" sayması, Sâdıkî-i Kitâbdâr'ın ondan bahsederken, "İbrahim Han hizmetinde Bağdad'a varıp" ifadesini kul­lanması doğum yerinin Bağdat dışında bir yer olduğuna delil sayılmıştır. Muallim Naci, Faik Reşad ve Şemseddin Sami gibi Tanzimat sonrası müellifleriyle Elias John Wilkinson Gibb'in onu Hilleli, Alessio Bombaci'nin Necefli göstermesi de ihtimal­den öteye gitmemektedir. İbrahim Daküki ise şairin eserlerinde kullandığı ba­zı kelimelerden hareketle onun Kerkük veya dolaylarında doğduğunu ileri sü­rer. Bütün bu ihtimaller arasında, özel­likle Türkçe ve Farsça divanlarının mu­kaddimelerinde yer alan ifadelerle bir kısım şiirleri dikkate alınarak Kerbelâ'da doğmuş olacağının gerçeğe daha ya­kın bulunduğu söylenebilir.

Fuzûlî'nin doğum yılı olarak gösteri­len tarihler de doğum yeri gibi birbirin­den farklıdır. Yakın zamana kadar ka­bul gören 900 (1495) tarihiyle Ebüzziyâ Mehmed Tevfik'in verdiği 910 (1504-1505) tarihi herhangi ciddi bir belge­ye dayanmamaktadır. İbrahim Daküki, "Menşe ve mevlidim Irak" cümlesinden hareketle onun bu ibarenin ebcedle kar­şılığı olan 888 (1483) yılında doğduğu­nu ileri sürmektedir. Farsça divanında yer alan "Elvend Bey Medhinde" adlı bir kaside ile başka bir kasidesinde elli yıl­dan beri şiir yazdığını belirtmesinden hareket ederek şairin büyük bir ihtimal­le 1480'de veya bu tarihten birkaç yıl sonra doğmuş olduğu söylenebilir.

Fuzûlî menşe itibariyle, Akkoyunlular devrinde ve bu hanedanın idaresi altın­da Irâk-ı Arab adı verilen bölgede yaşa­yan Akkoyunlu Türkmenleri'nin Bayat boyundandır. Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi'nde bulunan bir Hadîkatü's-süadâ yazmasının ketebesindeki kayda göre "Tatar asıllı" olduğu şeklin­deki ifadenin "Türk" anlamında kullanıl­dığı tahmin edilmektedir.

Çağdaşı kaynakların asıl adını yazmayıp daha çok Mevlânâ Fuzûlî veya Fuzûlî-i Bağdadî mahlas ve nisbesi altında hal tercümesini verdikleri şairin asıl adıyla babasının adını ilk defa Kâtib Çelebi Keşfü'z-zunûn'da belirtmiştir. Şairin mahla­sı olan Fuzûlî kelimesi, hem "kendini ilgi­lendirmeyen işlere karışıp lüzumsuz söz­ler söyleyen kimse", hem de "yüce, üs tün, erdemli" anlamına gelmektedir. Şair bu mahlası niçin seçtiğini Farsça divanı­nın önsözünde şu şekilde açıklamaktadır: "Şiire başlarken günlerce bir mahlas al­mak yolunda düşündüm. Seçtiğim mah­lasa bir müddet sonra bir ortak çıktığı için bir başka mahlas alıyordum. Nihayet benden önce gelen şairlerin ibareleri de­ğil mahlasları kapıştıklarını anladım. Ka­rışıklığı ortadan kaldırmak üzere Fuzûlî mahlasını seçtim. Bu adı kimsenin sev­meyeceğini ve bu sebeple almayacağını tahmin ettiğim için adaşlık endişesinden kurtuldum. Ayrıca ben, Allah'ın inayetiyle bütün ilim ve fenleri nefsinde toplamış bir insan olarak geçiniyordum. Mahlasım bu amacı da içine alır."

Şairin babasının Hille müftüsü oldu­ğu, ilk bilgileri babasından aldığı, daha sonra Rahmetullah adlı bir hocadan ders gördüğü, hatta hocasının kızına âşık ol­duktan sonra şiir yazmaya başladığı şek­lindeki rivayetlerin doğruluk derecesi bi­linmemektedir. Fakat Fuzûlî'nin şiirlerindeki izlerden, ilk edebî zevkini Azerî edebiyatının ünlü ismi Habîbî'den aldığı tahmin edilmektedir. Fuzûlî tahsil ha­yatı sırasında, muhitin de uygun oluşu sayesinde Arapça ve Farsça'yı bu diller­de kusursuz eser yazabilecek ve şiir söy­leyebilecek derecede öğrenmiştir. Nite­kim Türkçe divanının mukaddimesinde ilmî faaliyeti hakkında bazı bilgiler ve­rirken şunları söyler: "Epey bir zaman hayatımı aklî ve naklî ilimleri elde etme­ye, ömrümü hikemî ve hendesî bilgiler edinmeye harcadım. Sonra tefsir ve ha­dis ilimleriyle meşgul oldum." Farsça di­vanının mukaddimesinde de yaratılışındaki sanatkârlık kabiliyeti dolayısıyla gençliğinde kendini şiire fazlaca kaptır­dığını, fakat ilme karşı duyduğu arzu­nun kendisini frenlediğini belirtir.

Şah İsmail 914'te (1508) Bağdat'ı ele geçirip Müşa'şaî Devleti'ni ortadan kal­dırdığı zaman Fuzûlî bilhassa edebiyat alanında oldukça gözde ve çevresinde tanınmış genç bir şairdi. Safevî Devleti'nin kurucusu olan Şah İsmail'in, Ho­rasan taraflarında Özbek asıllı Şeybak Han'ı mağlûp ederek ortadan kaldırdık­tan sonra kafasını şarap kadehi yaptığı bilinmektedir. Fuzûlî ilk eserlerinden bi­ri olan Beng ü Bade'yi hayranlık ve tak­dir ifade eden beyitlerle Şah İsmail'e it­haf etmiş, eserinde bu tarihî hadiseye de işarette bulunmuştur. Ancak İbra­him Daküki Fuzûlî'nin Arapça kasidele­rinden hareketle, kısa bir süre himaye­sine girdiği devrin Müşa'şaî Hükümdarı

Ali b. Muhsin b. Muhammed b. Felâh'la olan yakınlığının izlerini ortadan kaldır­mak için, esrara düşkünlüğüyle tanınan bu hükümdarla şaraba düşkünlüğü bili­nen İsmail Safevî'nin mücadelesini ko­nu alan Beng ü Bdde'yi yazdığını belirt­mektedir. Bir süre sonra Safevîler'in Bağ­dat valilerinden İbrahim Han Musullu'nun Kerbelâ ve Necef'i ziyareti sırasın­da onunla tanışan şair birlikte Bağdat'a gitmiş, kendisine sunduğu iki kaside ve bir terciibend ile övgülerde bulunmuş­tur. İbrahim Han tarafından az çok hi­maye gördüğü anlaşılan Fuzûlî'nin, İbra­him Han'ın, yeğeni Zülfikar tarafından ortadan kaldırılması üzerine muhteme­len tekrar Hille'ye geri dönmesi, Safevî ileri gelenleri arasında herhangi bir ha­mi bulamamasından olabilir.

Fuzûlî'nin 1527 yılından başlayarak Kanunî Sultan Süleyman'ın 1534'te Bağ­dat'ı fethine kadar geçen sürede nasıl yaşadığı bilinmemektedir. Kanunî Bağ­dat'ı fethedince, "Geldi burc-ı evliyaya pâdişâh-ı nâmdâr" tarih mısraını da ih­tiva eden meşhur kasidesiyle beraber padişaha beş kaside takdim etmiş, Sad­razam Makbul İbrahim Paşa, Kazasker Abdülkâdir Çelebi. Nişancı Celâlzâde Mus­tafa Çelebi gibi şahsiyetlere de kasideler sunarak bu defa Osmanlı devlet adam­larının himayesine girmeye çalışmıştır. Ayrıca Bağdat seferine katılan şairler­den Hayalî Bey ve Taşlıcalı Yahya Bey'le de tanıştığı ve onlarla dostane münase­betler kurduğu kaynaklarda belirtilmek­tedir. Kanunî daha Bağdat'tan ayrılma­dan Fuzûlî'ye evkaftan maaş bağlana­cağına dair söz verilmiş, fakat sonra­dan bu maaş gündelik 9 akçe gibi onun azımsadığı bir miktardan ibaret kalmış ve evkafın artan gelirinden tahsis edil­mek suretiyle yeni bir ilâve gerçekleş­miş, ancak şair yine de ünlü "Şikâyetnâme'sini kaleme alarak memnuniyetsiz­liğini belirtmiştir. Daha sonra maaş hu­susundaki güçlüklerin giderildiği, be­ratta belirtilen günlük istihkakın bir sü­re gecikmeyle de olsa kendisine verildi­ği anlaşılmaktadır. Fuzûlî'nin bundan başka Musul Mirlivası Ahmed Bey, Ayas Paşa, Kadı Alâeddin ve Şehzade Bayezid gibi bazı önemli Osmanlı devlet adam­larına yazmış olduğu mektuplarla Bağ­dat valilerinden Üveys, Cafer, Ayas ve Mehmed paşalara sunduğu kasideler­den değeri yeterince takdir edilmemiş bir insanın hissiyatı anlaşılmaktadır.

Fuzûlî'nin zaman zaman Tebriz, Ana­dolu ve Hindistan gibi yerlere seyahat etme arzusunu şiddetle duymuş oldu­ğu halde içinde doğup büyüdüğü Irak bölgesinin dışına çıkma imkânı bulamadığı anlaşılmaktadır. Bilindiği kadarıyla onun hayatı Kerbelâ, Hille, Necef ve Bağ­dat'ta geçmiştir.

Fuzûlî 963'te (1556) Bağdat ve çevre­sini kasıp kavuran büyük veba salgını sı­rasında vefat etmiştir. "Geçti Fuzûlî" sö­zü de bu tarihi vermektedir. En sağlam rivayetlere göre ölüm yeri Kerbelâ'dır. Ancak Kerbelâ'da Hz. Hüseyin Türbesi karşısındaki Abdülmü'min Dede Türbesi'nde medfun olduğu şeklindeki rivaye­tin herhangi bir tarihî dayanağı yoktur.

Onun aile fertlerinden sadece oğlu Fazlî Çelebi hakkında, Farsça bir kıta ile Nidâyî Çelebi'nin bir notu ve Ahdî'nin Gül-şen-i Şuara'sındaki kayıtlardan az da olsa bazı bilgiler edinmek mümkün ol­maktadır.

Fuzûlî'nin hangi itikadî ekolü benim­sediği sorusuna özellikle hayatı, eserle­ri, fikrî ve edebî şahsiyeti etrafında araş­tırma yapan ilim adamlarıyla edebiyat tarihçileri tarafından farklı cevapların verildiği görülmektedir. Onun Sünnîliği­ni hararetle savunanlar bulunduğu gibi Şiî olduğunu söyleyenler de vardır. An­cak meseleye herkes tarafından kabul edilebilir bir çözüm getirilmesi müm­kün olmamıştır (geniş bilgi için bk. Karahan, Fuzulî: Muhiti, Hayatı ve Şahsiyeti, s. 126-144).

M. Fuad Köprülü, Fuzûlî'nin itikadî mezhebini belirlemenin tarihî bir mese­leyi halletmekten ziyade şairin psikolo­jisinin ve edebî şahsiyetinin anlaşılması bakımından önem taşıdığını belirtir. Köprülü'nün Külliyyât-ı Dîvân-ı Fuzûlî'ye (İstanbul 1924) yazdığı mukaddimede bazı tarihî vesikalara ve şairin eserlerin­deki önemli sayılabilecek delillere daya­narak onun İmâmiyye Şîası'na mensup olduğunu söylemesi üzerine (s. 16-18) o dönemde karşı görüşler ileri sürülerek şairin Sünnîliği savunulmuştu (meselâ bk. Süleyman Nazif, s. 39-54).

Fuzûlî'nin akîdesini tartışan gruplar­dan onun Şiî olduğu görüşünü benim­seyenler, şairin edebî eserlerinden ha­reket ettikten başka o güne kadar nüs­hası henüz tesbit edilememiş olan Matla'u'l-i'tikâd adlı risalesinin bulunma­sı halinde kendi görüşlerinin açıklık ka­zanacağını umuyorlardı (meselâ bk. Köp­rülü, İA, IV. 690; Gölpınarlı, Fuzûlî Divanı, mukaddime, s. XI, CXL1X). Onları bu ka­naate sevk eden şey, Kâtib Çelebi'nin

Matla'u'l-i'tikâd'ın "hükemâ ve İmâ­miyye mesleklerine göre telif edildiği" şeklindeki ifadesi olmalıdır (Keşfuz-zunûn, II, 1719). Ayrıca Fuzûlî'nin Şiî İmâmî olduğunu savunanlar. Hasan Çelebi tarafından verilen, babası Kınalı zade Ali Çelebi'nin çağdaşı olan Fuzûlî'yi Rafızî addettiği yolundaki bilgiyi de kendi gö­rüşlerini pekiştiren önemli bir delil ola­rak kabul ediyor, Kınalı zade’nin bu kanaatinin ancak Matlacu'l-ictikâd'ı oku­muş olmasından kaynaklanabileceğini düşünüyorlardı (meselâ bk. Köprülü, İA, IV, 690; Gölpınarlı, Fuzûlî Divanı, mukad­dime, s. XI). Fakat Matla'u'l-i'tikâd'ın neşrinden sonra şairin bu eserde yer verdiği bütün akaid konularını Ehl-i sün­netin umumi ölçüleri çerçevesinde işle­diği görülmüştür. Hatta Şiî akîdesini be­lirgin bir şekilde yansıtabileceği imamet bahsinde bile Şîa'nın görüşlerine temas etmemesi dikkat çekicidir. Matla'u'l-ictikâd'ı yayımlayan Muhammed Tancî, Şiîliğiyle tanınan Fuzûlî'nin kendi inan­cına bir kelime ile bile olsa işaret etme­mesinin Şîa'nın takıyye ilkesiyle açıkla­nabileceğini ifade etmektedir (s. X-XI). Köprülü'nün, Külliyyât-ı Dîvân-ı Fuzû­lî için yazdığı mukaddimeden sonra gü­nümüze kadar tartışılan Fuzûlî'nin Şiîli­ği meselesi (bk. İbrahim Aşkî, Süleyman Nazif, Gölpınarlı, Karahan, Şahinoğlu, Yurdagür, bibi.), onun mutedil bir Şîa-i İmâ­miyye mensubu olduğu noktasında yo­ğunlaşmaktadır. Bazı eserlerinde ve Arapça kasidelerinde görülen bir kısım harflerin açıklanması hususu onu Hurûfî sayanları haklı çıkarmaz. Aynı şekil­de Bâtınî olduğu (Gölpınarlı, AYB, nr. 8-9, s. 265-268), Bektaşî şeyhlerine hizmet ettiği, Seb'iyye (İsmâilî) fırkasına mensup bulunduğu iddiaları da doğru değildir.

Tasavvufî temayülleri bakımından Fu­zûlî'nin bir tarikata mensup olduğunu düşünmek mümkündür; ancak eserle­rinde belirli bir tarikata bağlı olduğuna dair herhangi bir ipucu yoktur. Hemşeh­risi Ahdî onun bir tarikata bağlı oldu­ğundan bahsetmiş, fakat mensup oldu­ğu tarikatın adını vermemiştir.

Âlim bir şair olan Fuzûlî şiir hakkın­daki görüşlerini Türkçe divanının önsö­zünde şu şekilde açıklamıştır: "İlimsiz şiir esası yok dîvar olur ve esassız dîvar gayette bî-i'tibâr olur." Mukaddimede daha sonra aşk şiirleri yazdığını, fakat bunların uzun ömürlü olmayacaklarını anlayınca gece gündüz çalışarak bütün ilimleri öğrendiğini söyler. Fuzûlî'ye gö­re şiir insanı yücelten ilâhî bir lutuftur.

Allah şiir kabiliyetini çok az kuluna na­sip etmiş, süse ihtiyaçları olmadığı için peygamberlerine bile vermemiştir.

Güzellik ve aşk anlayışıyla birlikte dev­rinin ruh ve bedenle ilgili düşüncelerini Sıhhat u Marazda, tasavvufî nitelikte nasihatçiliğini Rind ü Zâhid'de, tasav­vuf felsefesiyle dünya ve hayat görüşünü ise bunun yanında başta Leylâ vü Mec­nûn mesnevisi olmak üzere divanlarındaki çeşitli şiirlerde ortaya koymuştur.

Fuzûlî'yi Türk edebiyatının en büyük simalarından biri yapan husus samimi­yeti, coşkunluğu, sadeliği, duyarlılığı ve ifade kudretidir. Fuzûlî aşkı, ıstırabı, dün­yevî zevk ve zenginliklerin boşluğunu ve hiç kimsenin pençesinden kurtulamaya­cağı ölüm düşüncesini olağanüstü bir li­rizm ve sanat gücüyle ifade etmiştir.

Fuzûlî'nin şöhreti, nüfuz ve tesiri da­ha kendisi hayatta iken bütün Türk-İs­lâm ülkelerine yayılmaya başlamıştır. Türk-İslâm âleminde onun adı sadece büyük bir şairi değil aynı zamanda velilik mertebesine yükselmiş bir Hak âşığını çağrıştırmaktadır. Mahzenul-ğarâ'ib'-de (Bibliothecae Bodleian, Manuscripts, Eliot, nr. 395), Fuzûlî'nin İslâm kültür ve edebiyatının üç büyük dili olan Arapça, Farsça ve Türkçede "emsalinin kendisi­ne uyduğu bir şair, her üç dilde de kâ­mil bir zat" olduğunu, Irak ve Horasan'­da şöhretinin yayıldığını kaydeden Ah-med Alihan Hâşimî, ele aldığı 3145 İran­lı şair arasında ona özel bir mevki ver­mekle tesir ve nüfuzuna da işaret etmiş­tir. Tanınmış Türk asıllı İran şairi Sâib-i Tebrîzî'nin başucu kitaplarından biri­ni Fuzûlî divanının oluşturması da onun İran'daki şöhret ve nüfuzu hususunda bir fikir vermektedir.

Divan edebiyatının diğer meşhur isim­lerine kıyasla Fuzûlî'nin İslâm dünyasının büyük bir kısmında kazandığı şöhreti, önce onun bu üç dilde ustalıkla şiir yaz­mış olması ile açıklanabilir. Arapça şiir­lerinin vasat bir seviyede olmasına kar­şılık Farsça ve özellikle Türkçe şiirleri onu daha hayatta iken sanatının zirvesine ulaştırmıştır. Fuzûlî, doğduğu ve yaşa­dığı yer itibariyle Azerî Türkçesi'nin kul­lanıldığı Irak bölgesi Türkmenler'indendir. Bu bakımdan dilinin bu ağzın özel­liklerini yansıtması tabiidir. Bununla be­raber bu ağız sadece bir kısım şiirlerine ve bazı özelliklerine aksetmiştir. Fuzûlî'­nin şiir dili devrinin Osmanlı Türkçesi'nden uzak değildir. Onun hem Azerî hem de Anadolu sahasında sevilmiş olması­nın sebeplerinden biri bu özelliği olma lıdır. Bu gerçeği dikkate alan Köprülü, Fuzûlî'yi Osmanlı ve Azerî edebiyatları­nın müşterek bir şahsiyeti kabul etme­nin edebiyat tarihi bakımından zaruri ol­duğunu söyler. Diğer taraftan Şiîliğinde aşırılıktan uzak kalması Sünnî çevrelerce, bazı şiirlerinde "çâr yâr'dan ve İmâm-ı Âzam'dan bahsetmiş olmasının bir takıyye olarak yorumlanması Şiî çevrelerce benimsenip sevilmesinde âmil olmuştur.

Her sanatkârda olduğu gibi Fuzûlî'nin şiirlerinde de kendinden önceki büyük ustaların tesirinden bahsedilmiştir. Köp­rülü onun Osmanlı şairlerini fazla tanı­madığını, bu sebeple de onda İran şiiri­nin ve bunlar arasında Hafız, Attâr, Molla Câmî, Nizamî, Hâtifi ve Selmân-ı Sâvecî'nin tesirlerinin aranması gerektiğini söy­ler. Fakat dikkatli bir araştırma Fuzûlî'-deki bu tesirlerin başka şairlerde oldu­ğu kadar açık olmadığını gösterir. Ben­zerliklerin çoğu, belirli ve müşahhas bir tesirden çok divan edebiyatının ve onun arkasındaki kültür birikiminin özelliğin­den gelen ve tabii olarak ortak olan fi­kirler, duygular ve mazmunlardan kay­naklanır. Bunun dışında gerçek olan, Fu­zûlî'nin hemen bütün şiirlerinde kendi şahsî tasarrufunun varlığıdır. Nitekim Fuzûlî ile Hâfız'ı karşılaştıran Mazıoğlu, Fuzûlî'de bu tesirler olsa bile bunları kendi benliği içinde eriterek onlara şah­siyetinin damgasını vurmuş olduğunu pek çok örnekle göstermiştir.

Fuzûlî şiir dili olarak Türkçeye son de­rece hâkimdir. Divan geleneği içinde şiirin haşivlerden, lüzumsuz kelimelerden sıy­rılıp yalın hale gelmesinde Fuzûlî önemli bir merhale teşkil eder. Divanının diba­cesinde, "Mazmunu zevk-bahş ü serîü'l-husûl ola / Andan ne sûd ki ola mübhem ibareti" diyerek kolay anlaşılabilir şiir tarzını savunan Fuzûlî'nin kasidelerinde epey ağır ve külfetli olan dili gazellerin­de ve Leylâ vü Mecnûn mesnevisinde sade, tabii ve yapmacıksız bir özellik gösterir. Bu sadeliği içinde dili sanatkâra-ne kullanan Fuzûlî, kelime tekrarların­dan ve zengin ses unsurlarından usta­lıkla faydalanmıştır. Kendisine kadar ge­len divan şiirinin belagat geleneği, onda alışılmış bir usulü yerine getirme külfe­ti olmaktan çıkarak gerçek bir şiir este­tiği oluşturur. Böylece şiir muhteva, şe­kil ve ses güzelliğiyle olağan üstü bir bütünlüğe erişir.

Fuzûlî'nin tam bir mürettep divan teş­kil eden Türkçe şiirlerinde kullandığı ve­zinler, genel olarak devrinde kullanılan vezinlerin ortalamasına uygun olup her­hangi bir özellik göstermez. İmâle ve zi­haf gibi aruz arızaları, daha sonraki bü­yük divan şairlerinde de görülebilecek asgari bir seviyededir. Bu bakımdan Fu­zûlî, Türkçenin aruza intibak etme süre­cinde de önemli merhalelerden biridir.

Fuzûlî'ye İran taklitçiliği ve Hurufîlik isnat eden Rıza Tevfik, onun kendi şiir­lerini kelime oyunları ve zevksiz tasan­nu gayretleriyle bozduğunu söyler. Köp­rülü ise bunun sadece kasidelerinde gö­rüldüğünü belirtir. Gerçekten kaside ve gazellerinde de kendine mahsus şahsi­yeti fark edilen Fuzûlî, gazellerindeki de­rinlik, samimiyet, hissîlik ve lirizme mu­kabil kasidelerinde fikir ve belagat oyunlarına çok başvurur. Kasidelerinde söz sanatları, gazellerinde mâna sanatları hâkimdir. Gazellerindeki sadelik kasi­delerde yoktur. Köprülü, kasidelerinde mahir bir fikir ve sanat işçisi oluşunu şairliğinin bir zaafı olarak gösterir. Bu­nunla beraber Fuzûlî bu tarzıyla da hay­ret verici bir kültür birikimini daha mü­şahhas olarak ortaya koymuştur. Kasi­deleri, bütün yapı taşları görünen mi­mari eser gibi dört başı mâmur bir plas­tik güzelliğe sahiptir. Fakat hiç şüphe­siz Fuzûlî'nin asıl sanatı gazellerindedir. Denilebilir ki şair, hiçbir zaman didaktik olmamak şartıyla âlimane tavrını kasi­delerinde, âşıkane tarzını da gazellerin­de ortaya koymuştur.

Fuzûlî'nin şiirlerindeki sadelik ve yalın­lık ilk bakışta kolay anlaşılır olmasından­dır. Bu tarafıyla zaman zaman bir "sehl-i mümteni" gibi gelen beyitlere rastlanır. Buna karşılık komplike mazmun siste­mi, bu şiirin özelliği olan arka plan kül­türünü tabakalar halinde gösterir. Böy­lece müşahhas varlıktan hareket ederek önce tabiat, onun arkasından bazan sos­yal hayatın parçaları, bazan bir ilim ala­nının bilgileri, fakat hemen her zaman aşk, tasavvuf gibi çok defa aynı beyitte rastlanabilecek anlam tabakaları ardarda açılır. Sonraki yüzyıllarda sebk-i Hindî tarzıyla gelişip daha da karmaşık bir duruma gelecek olan sistemin ilk ha­bercisi Fuzûlî olur.

Objektif ve tarihî verilerin dışında da­ha çok psikolojik ve estetik açıdan Fu­zûlî'yi yorumlayan Ahmet Hamdi Tanpınar, onun divan geleneğinin dışına çıka­rak psikolojik ve ferdî davranışlara sa­hip bir şair olduğunu söyler. Istırap ara­yışını mazohist bir tezahür olarak gör­mekle beraber bu ıstırabı hayatın gayesi yapmasının kendisine mahsus özel bir hal olduğunu ileri sürer. Böylece divan şiirinde nâdir örneklerinde görülebilen bir trajedi dili kurulmuş olmaktadır.

Divan şiirinde yaygın bir felsefe ola­rak görünen karamsarlık Fuzûlî'de had safhaya ulaşır. Divan şairlerinin çoğun­da geleneğin zaruri bir teması olan bu duygu Fuzûlî'de samimi, derin ve içten gelen bir psikolojik davranış olduğu inan­cını verir.

Leylâ vü Mecnûn'daki ve Fuzûlî'nin diğer şiirlerindeki aşkın objesi de tar­tışma konusu olmuştur. Bazı tenkitçiler, genellikle ilâhî ve tasavvufî bir mâna ve­rilen bu aşkın beşerî ve dünyevî olduğu­nu söylemişlerdir. Fuzûlî'nin bütün şiir­lerinde aşkı bu kalıplardan yalnız birine bağlamak isabetli olmaz. Fuzûlî'deki aş­kı sırf maddî ve lâdinî bir aşk olarak te­lakki etmek kadar hemen her şiirinde lâhûtî, panteist, platonik ve mutlak aş­kın izlerini aramak da hatalı olur. Belki farklı şiirlerinde bütün bunların tezahürü görülebileceği gibi, eğer şiirlerinin sağ­lıklı bir kronolojisini elde etmek müm­kün olsaydı "Leylâ vü Mecnûn" hikâye­sinde olduğu gibi onda da beşerî bir aş­kın giderek bedenî hazlardan sıyrılması ile bir çeşit süblimasyona (ilâ) ulaşmak­tan bahsedilebilirdi. Şiirlerinde aşkın ve güzelliğin daima ön planda bir konu teş­kil ettiği Fuzûlî mizaç olarak duygusal bir tiptir. Din konusunda onun şiirlerin­den samimi bir mümin olduğunu anla­mak güç değildir. Bir tarikata mensubi­yeti şüpheli olan şairi sûfi değil muta­savvıf-meşrep bir şahsiyet olarak gör­mek daha doğru olur.

Fuzûlî'de aşk dünyevî, sonra platonik, nihayet sûfiyâne bir görünüştedir; be­şerî, hatta cismanî aşkın idealize edil­mesidir. Mecazi aşkın bu şekilde çok yü­ce bir duygu haline gelişi tasavvuf gele­neğine göre ilâhî aşka ulaşılması demek­tir. Ancak Şeyh Galib'in Hüsn ü Aşk'ında olduğu gibi sembolik / alegorik sevi­yede bile olsa Fuzûlî'de, özellikle Leylâ vü Mecnûn'da ilâhî-tasavvufî bir aşktan bahsetmek kolay değildir. Vuslata değil hasrete dayanan böyle bir aşkı belki pek çok divan şairinde görmek mümkünse de bu hal Fuzûlî'de en derin ve samimi bir seviyeye ulaşır, bütün divanına hâkim değişmeyen bir karakter olur. Şiir­lerinden, onun platonik veya tasavvufî bir aşka yücelmesi için gerçek mistikler­de görülen bir ruh tecrübesi yaşamış ol­duğu intibaı edinilmektedir. Böylece asıl hayat dış dünya ile idrak edilen hayat değil iç dünyasında yaşadıkları olur. Bu duygu giderek onu ebedî bir yalnızlığa iter ki divan şiirinde ferdiyeti ve mutlak yalnızlığı ifade etmekte Fuzûlî'nin yegâ­ne şair olduğu söylenebilir.

Fuzûlî'deki aşk şiirlerinin yüzyıllarca sevilerek okunmasının sebebini bu ya­şanmışlığın, yalnızlığın ve ebedî hasre­tin inandırıcılığında aramak gerekir. Mi­zacının şiirine aksetmesi sanatının gücü­nü teşkil eder. Böylece aşk onun şiirlerindeki lirizmin de kaynağı olur.

Fuzûlî, kendi zamanından başlayarak hem divan hem de halk şairleri tarafın­dan beğenilmiş ve sevilmiştir. Onun şiir­lerine ve özellikle gazellerine nazîre söy­lememiş divan şairi yok gibidir. Bütün tezkirelerde, belki hiçbir şaire nasip ol­mayacak şekilde hakkında özel hürmet, itibar ve takdir ifadeleri yer alır. Divan şiirine suçlamaların yöneldiği Tanzimat devri şairlerinden Kâzım Paşa, Eşref Pa­şa, Nâmık Kemal. Recâizâde Ekrem, Muallim Naci. Ali Ruhî, Nâbizâde Nâzım, İs­mail Safâ ona nazîre yazmışlardır. Hat­ta Tevfik Fikret'in onun portresini çizdi­ği müstakil bir şiiri vardır.

Güney Kafkasya. Azerbaycan, İran, Irak ve Rusya'da yaşayan Türklerin, yabancı kültür baskılarına rağmen manevî var­lıklarını koruyabilmelerinin âmillerinden biri de Fuzûlî'nin her asırda sürekli oku­nabilmesi talihine sahip oluşudur.


Eserleri. Türkçe, Farsça ve Arapça eser veren Fuzûlî'nin manzum ve mensur on beş kadar eseri vardır.

Türkçe Eserleri.

1. Divan. Mensur bir mukaddimeden sonra iki tevhid, dokuz na't, yirmi yedi kaside, 302 gazel ile musammatlar, kı­ta ve rubâîlerden oluşan divanın Türki­ye ve dünya kütüphaneleriyle özel eller­de yüzlerce nüshası mevcuttur. Divanın, ilki 1244'te Tebriz'de olmak üzere Bakü, Hîve, Kahire, İstanbul ve Ankara'da ya­pılmış elliden fazla baskısı bulunmakta­dır. Bunlardan Abdülbaki Gölpınarlı ile (İstanbul 1948) Kenan Akyüz, Süheyl Beken, Şedit Yüksel ve Müjgân Cunbur'un (Ankara 1958) yaptıkları en iyi yayımlar­dır. Ali Nihad Tarlan, Fuzûlî Divanı Şer­hi adıyla sadece gazellerini üç cilt halin­de şerhetmiştir (l-lll, Ankara 1985). Divanındaki kasideler arasında yer alan "sabâ", "su", "gül" ve "hançer" redifli na'tlar türlerinde birer şaheser sayıla­bilecek nitelikte eserlerdir. Bağdat'ın Ka­nunî Sultan Süleyman tarafından zaptı vesilesiyle kaleme aldığı kaside de aynı mahiyettedir. Ancak kasidelerinden çok gazelleriyle şöhret kazanan Fuzûlî ga­zellerinde lirizmin, tasavvufî aşk ve he­yecanın âdeta doruğuna ulaşmıştır.

2. Leylâ vü Mecnûn'. Türk, İran ve Arap edebiyatlarında Fuzûlî'ye asıl şöhretini sağlayan bu eser, Türk edebiyatının kla­sik döneminde yazılmış mesnevilerin en güzelidir. Arap, İran ve Türk edebiyatla­rının ortak konuları arasında ilk planda yer alan "Leylâ ve Mecnûn" kıssası, en tesirli ve samimi şekilde Fuzûlî'nin ese­rinde ifadesini bulmuştur. Türkiye ve dünya kütüphanelerinde pek çok yaz­ma nüshası bulunan Leylâ vü Mecnûn, gerek Fuzûlî külliyatı arasında gerekse müstakil olarak aynı zamanda en çok baskısı yapılan mesnevilerin başında gel­mektedir. Leylâ vü Mecnûn'un yeni harflerle iki baskısı Necmettin Halil Onan (İstanbul 1935) ve Hüseyin Ayan (İstan­bul 1981) tarafından hazırlanmıştır. Eser Almanca, İngilizce ve İspanyolcaya da çevrilmiştir.

3. Beng ü Bâde. Afyonla şa­rabın karşılaştırılarak şarabın üstün tu­tulduğu 440 beyitlik bu mesnevi Fuzû­lî'nin mesnevi tarzındaki ilk denemesi­dir. Şah İsmail'e ithaf edilen eser, bazı­larına göre Osmanlı Padişahı II. Bayezid ile Şah İsmail arasındaki mücadeleyi sembolize etmektedir. Buna göre esra­ra alışık padişahla şaraba düşkün şahın açık-kapalı mücadeleleri söz konusu edi­len mesnevide bâde, arak, boza, afyon, berş, nukl ve kebap gibi içki ve yiyecek­ler teşhis sanatıyla canlandırılarak bun­ların maceraları anlatılmıştır. Ancak yu­karıda da işaret edildiği gibi eserin Şah İsmail ile Müşa'şaî Hükümdarı Ali b. Muhsin arasındaki mücadeleyi anlattığı da ileri sürülmüştür. Fuzûlî külliyatı için­de defalarca basılan bu eserin son yayı­mı Kemal Edip Kürkçüoğlu tarafından gerçekleştirilmiştir (İstanbul 1956). Ese­ri Necati Lugal ve Osman Reşer Almancaya tercüme etmişlerdir (İstanbul 1943).

4. Hadîs-i Erbain Tercümesi. Molla Câmî'nin Hadîs-i Erba'în adlı eserinin, Ali Şîr Nevâî'nin aynı eserin tercümesi olan Çihl Hadis'inden de faydalanılarak ya­pılmış çevirisidir. Mensur bir mukaddi­me ile başlayan risalede hadisler kıtalar şeklinde çevrilmiştir. Eser Abdülkadir Karahan [Selâmet Mecmuası, nr. 56, 57, 61, 63, 64, 66, İstanbul 1948) ve Kemal Edip Kürkçüoğlu (İstanbul 1951) tarafın­dan yayımlanmıştır. Kürkçüoğlu yayı­mında hadislerin Arapça asılları ve Camî'nin Farsça manzum tercümesi birlik­te verilmiştir.

5. Sohbetü'l-esmâr. Fuzû­lî'ye ait olduğu henüz kesinlik kazanma­mış 200 beyitlik bir mesnevidir. Eserde bir bağda meyvelerin konuşmaları, ken­dilerini övmeleri ve tartışmaları anlatı­larak insanların da gerçek değerlerini düşünmeden boş yere anlaşmazlıklara düştükleri alegorik bir şekilde ifade edi­lir. Eser önce Hamit Araslı tarafından yayımlanmış (Mehemmed Fuzûlî, Eserleri, Bakü 1958, II, 265-278), daha sonra Araslı'nın Kiril harfleriyle yayımladığı me­tin esas alınarak Kemal Peker (Sohbetü'lesmâr ve Fındık, İstanbul 1960) ve Şe­dit Yüksel (TDe., IV |1972|, s. 122-126) ta­rafından neşredilmiştir. Risaleyi Gunnar Jarring The Contest of the Fruits adıy­la İngilizceye çevirmiştir (Lund 1936).

6. Hadîkatü's-süadâ'. Arada bazı manzum parçaların da yer aldığı mensur bir eser­dir. Hüseyin Vâiz-i Kâşifî'nin Ravzatü'ş-şühedâ'sı esas alınarak hazırlanan ki­tapta Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edilişi anlatılmaktadır. Hadîkatü's-sü­adâ, İslâmî Türk edebiyatında maktel türünün bir şaheseri olup artistik Türk nesrinin de önde gelen örnekleri arasın­da yer lmaktadır. Özellikle Şiî Müslümanlarca çok tutulan eserin Türkiye ve dünya kütüphanelerinde birçok yazma nüshası bulunduğu gibi İstanbul ve Mı­sır'da da birçok defa yayımlanmıştır (Bu­lak 1253, 1271; İstanbul 1273, 1302). Hadîkatü's - süadâ'nın tenkitli neşri bir tanıtma ve değerlendirmeyle birlikte Şeyma Güngör tarafından yapılmıştır (An­kara 1987).

7. Mektuplar. Fuzûlî'nin bu­gün elde bulunup yayımlanan mektup­larının sayısı beştir. Bunlar Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi, Musul Mirlivası Ahmed Bey, Bağdat Valisi Ayas Paşa, Kadı Alâeddin ve Kanunî Sultan Süleyman'ın şehzadelerinden Bayezid'e gönderilmiş­tir. Mektupların ilk dördü Abdülkadir Karahan (Fuzûlî'nin Mektupları, İstanbul 1948), diğeri Hasibe Çatbaş (Mazıoğlu) ("Fuzûlî'nin Bir Mektubu", DTCFD, VI/ 3 11948], s. 146) tarafından yayımlanmış­tır. Fuzûlî'nin mektupları arasında en tanınmışı. Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi'ye gönderilmiş olan ve edebiyat ta­rihlerine "Şikâyetname" adıyla geçen mektuptur.

Farsça Eserleri.

1. Dîvân. Fuzûlî bu di­vanı ile Farsçayı herhangi bir klasik İran şairi kadar iyi bildiğini ortaya koymuş­tur. Bu şiirlerde en çok Hafız-ı Şîrâzî ile Molla Câmî'nin etkisinde kaldığı hisse­dilmektedir. Üç münâcât, bir na't, kırk altı kaside, 410 gazelle bir terkibibend, iki musammat, kırk altı kıta ve 106 rubâî ihtiva eden Farsça divan hacim iti­bariyle Türkçe divandan daha büyüktür. Eserin Türkçeye tercümesi Ali Nihad Tarlan (Ankara 1950), tenkitli neşri ise Hasibe Mazıoğlu (Ankara 1962) tarafın­dan yapılmıştır.

2. Heft-câm. Sâkinâme adıyla da tanınan ve tamamı 327 beyit olan bu mesnevi, otuz sekiz beyitlik bir mukaddime ile yedi bölümden meyda­na gelmektedir. Tasavvufî mahiyetteki eserde şair ney, def, çeng, ud, tanbur, kanun ve mutrip gibi yedi farklı mûsiki aletiyle münazaraya girişmektedir. Fu­zûlî'nin diğer eserleri arasında Sâkînâ­me adıyla birçok defa basılan eser Fars­ça divanı içinde de yayımlanmıştır (An­kara 1962, s. 674-712).

3. Enîsul-kalb. 134 beyitlik Farsça bir kasidedir. Aslın­da bu kaside Hâkânî-i Şirvânî'nin Bahrü'l-ebrâr adlı kasidesine bir nazire­dir. Aynı kasideyi Emîr Hüsrev-i Dihlevî "Mir'âtü's-safâ", Molla Câmî "Cilâü'r-rûh" adlı manzumeleriyle tanzîr etmiş­lerdir. XVII. yüzyılda Nef'î de "Enîsü'l-uşşâk" adlı doksan yedi beyitlik bir man­zumeyle aynı kasideye nazîre yazmıştır. Kaside önce Cafer Erkılıç tarafından ter­cümesiyle birlikte yayımlanmış (İstanbul 1944), daha sonra Farsça divan yayımının içinde kasideler kısmında yer almıştır (An­kara 1962, s. 17-31).

4. Risâle-i Mu'am-meyât. Fuzûlî'nin çoğu Farsça, bir kısmı da Türkçe hayli muamması vardır. Mu­amma hakkında bilgi veren ve 190 adet Farsça muammayı toplayan bu eser, şai­rin kırk adet Türkçe muamması da ek­lenerek Kemal Edip Kürkçüoğlu tara­fından yayımlanmıştır ("Risâle-i Muammeyât", DTCFD, VII/ 1 11949], s. 61-109).

5. Rind ü Zâhid. Mistik bir görüşle ka­leme alınan eserde, Fuzûlî'nin eski ede­biyatın sınırlı imkânları içinde bir dereceye kadar da olsa kendi dünya görüşü­nü yansıttığı söylenebilir. Zâhid bir ba­ba ile rind oğlu arasındaki tartışmaları ihtiva eden bu mensur eserde rind şairin gönlünü, zâhid de düşüncesini temsil etmektedir. Eser önce Tahran'da yayım­lanmış (1275), tenkitli neşri Kemal Edip Kürkçüoğlu tarafından yapılmıştır (An­kara 1956). Rind ü Zâhid'i Salim Efen­di Türkçeye tercüme etmiştir (İstanbul 1285).

6. Hüsn ü Aşk. Genellikle Sıhhat u Maraz olarak tanınan esere Rûhnâme adını verenler de bulunmaktadır. Ta­savvufî ve alegorik mahiyetteki eserde ruh ve beden ilişkisi sembolik olarak ele alınmaktadır. Bu eser Fuzûlî'nin eski tıp ilmine vukufunu göstermesi bakımın­dan önemlidir. Kahramanları hüsn, aşk, ruh, kan, safra, balgam, sevda, mizaç, sıhhat, dimağ, maraz ve perhiz olan eser­de dervişin sulukta ilerleyerek fena fellâha erişebilmesi için neler yapması ge­rektiği anlatılır. Fuzûlî'nin bu eseri Fettâhî'nin Hüsn ü Dil adlı eserinden etki­lenerek yazdığı söylenmektedir. Hüsn ü cAşk, M. Ali Nâsih tarafından Sefâretnâme-i Rûh adıyla yayımlandığı gibi (Mecelle-i Armağan, XI Tahran 1309 hş.|, s. 418-424, 505-517) Necati Lugal ile Osman Reşer tarafından da müstakil olarak neş­redilmiştir (İstanbul 1943). Eseri Lebib Efendi Türkçeye çevirmiş (İstanbul 1282), kitapçı Ahmed Hamdi de bunun sade­leştirilmiş bir baskısını yapmıştır (Trab­zon 1327). Sıhhat ve Maraz adıyla yapı­lan son tercüme ise (İstanbul 1940) Abdülbaki Gölpınarlı'ya aittir.

Arapça Eserleri. 1. Divân. Sadece Hz. Muhammed ve Hz. Ali vasıflarında söy­lenmiş on bir kaside ile bir hatimeden meydana gelen 470 beyitlik bu küçük eser mürettep bir divan niteliği göster­mediği halde bu adla anılmıştır. Anlaşıl­dığı kadarıyla bu şiirler Fuzûlî'nin Arap­ça divanından bazı parçalardır. Çünkü gerek Sâdıkî gerekse Bursalı Mehmed Tâhir, Lebib Efendi'den naklen Fuzûlî'­nin Arapça bir divanı olduğunu belirtir­ler. Hatta abartarak bunun 30.000 be­yit (3.000 I?I) ihtiva ettiğini söylerler. Eser üzerinde çalışan İbrahim Daküki de el­deki şiirlerin esas divanın parçalan ol­duğu kanaatindedir. Fuzûlî'nin Arapça şiirleri üzerinde duran Bertels, bunların Arap şiirinde kayda değer bir mevki ala­bilecek durumda olmamakla beraber Arap dilinin bütün özelliklerini aksettirdi­ğini belirtir. Bu şiirler Hamit Araslı ta­rafından yayımlanmıştır (Mehemmed Fu­zûlî, Eserleri içinde, Bakü 1958, s. 285-324).

2. Matia'u'l-i'tikâd' fî ma'rifeti'l-mebde' ve'l-me'ad İnsanın ancak bilgi edin­mek suretiyle kâinatın sırlarını, başlan­gıç ve sonunu öğrenerek Tanrı'ya ula­şabileceğini anlatan mensur bir eserdir. Fuzûlî burada önce bilgiden ve onu elde etmenin yollarından söz etmekte, daha sonra kâinatın başlangıcı ve insanın ma­hiyeti gibi konuları ele almaktadır. Bun­ları da Allah'ın zâtı, sıfatları, fiilleri, gü­zellik ve çirkinlik, hayır ve şer bahisleri takip etmektedir. Önce Arapça şiirleriy­le birlikte Hamit Araslı tarafından ya­yımlanan eser (Bakü 1958), önsöz ve not­lar ilâvesiyle Muhammed Tancî tarafın­dan neşre hazırlanarak M. Esad Coşan ve Kemal Işık'ın tercümeleriyle beraber yayımlanmıştır (Ankara 1962).

Fuzûlî, Türk edebiyatında şiirleri dinî ve lâdinî türlerde bestelenen şairler ara­sında en önde gelmektedir. Halen nota­sı elde bulunan, bilinen ve icra edilen 100'den fazla eser Fuzûlî'nin güftelerin­den seçilmiştir. Bunlar arasında, "Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı" güftesi on defa, "Öyle sermestim ki idrâk etmezem dünyâ nedir" mısraı ile başlayan şiir ise sekiz defa çeşitli form­larda bestelenmiştir. Hüseyin Sadettin Arel, Fuzûlî'nin şiirlerinden çoğu gazel formunda olmak üzere en fazla beste yapan sanatçıdır (Öztuna, II, 550-551). Gü­nümüz bestekârlarından Bekir Sıtkı Sez­gin ve Cinuçen Tanrıkorur gibi tanınmış kişilerin beste çalışmalarında Fuzûlî'nin şiirlerini güfte olarak seçmeleri, onun tesirinin halen sanat muhitlerinde de­vam ettiğini göstermesi bakımından dik­kat çekicidir.

  Abdülkadir Karahan

TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANS. 

SON EKLENENLER

Üye Girişi