Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

 

BİR ÖLÜM HİKÂYESİ

"Altı ay evvel İstanbul rıhtımına yanaşan vapurun merdivenlerinden süzülen bir gölgeyi birdenbire tanıyamamış, dikkatle yüzüne bakınca, büyük bir faciayla karşılaştım. Midhat Cemal ‘eyvah’ dedi. Bu eyvah içime işledi." Bu görüntü M. Akif’e aitti. "Üstad hakikaten erimişti. Ama memleket havasının onu düzelteceğine inanıyordu. Ölümünden üç gün evvel, yakın bir akrabayı ziyarete getireceğimi söyleyince:

- Hayır getirme! İnşaallah ben kendimi toplar toplamaz, kendisini görmeye gideceğim, dedi. Bu ümidini sonuna kadar muhafaza etti."

Tedavide olduğu zaman içerisinde, odası misafir ziyaretçilerle dolup taşmıştı. Doktorların haklı şikayetine rağmen, o gelenlerle ayrı ayrı görüşmekten, hal hatır sormaktan, memleket meselelerini konuşmaktan geri kalmıyordu.

Sonra onu Alemdağı’ndaki Abbas Halim Paşa’nın köşküne götürdüler. Alemdağı’na kavuşmak onu sevindirmişti. Orada ağacın dibine halı serip oturacağını, ara sıra gezip dolaşacağını, hatta eşini, dostunu, sevdiklerini yemeğe davet edeceğini, çünkü aşçısının eşsiz bir sanatkar olduğunu söylemişti.

İlaç almalarının dışındaki zamanlarda da bunları yaptı. Ancak, sıhhati de gün geçtikçe bozuluyordu. Durumunun ağırlaşması üzerine köşke değil Beyoğlu’ndaki bir apartmana misafir edildi. 26 Aralık’ta durumu düzelir gibi oldu. Memleket meseleleri hakkında sorular sorar, konuşmalar yapar durumdaydı. 26 Aralık 1936 saat 19:30. Durumu iyi. Neşeli, her zamankinden daha sağlıklı bir görüntüsü var. Misafirlerden sonra kızı ve eşiyle görüşmüş. Saat 20:10’da durumu ağırlaşmış. Yaşadığı krizlerden biri gelmiş. Bu kriz nefes alıp vermesini öyle zorlaştırmıştır ki dayanılmaz bir hal almıştır.

Kur’an okunmaya başlanmıştır. Kur’an’la beraber son nefesini verdi, dünyevi ızdıraplardan kurtuldu. Pehlivan, dağ gibi, duygusu da, fikri de coşkun ve büyük insan M. Akif erimiş, erimiş ve iyi bir kul olmaya çalıştığı Rabbine kavuşmuştu.

...

Dr. İhsan Unaner, Yarım Ay mecmuasında anlatıyor:

Akif’i gömdüğümüz günün sabahı idi. Tramvayda, önümdeki sırada iki üniversiteli genç kız Cumhuriyet Gazetesi’ni okuyorlardı. Biri başını kaldırdı.

- A, bak... dedi, Akif ölmüş...

Öteki hayretle cevap verdi.

- Sağ mıydı?..

- Bilmem sağmış ki ölmüş.

Düşündüm... Bu genç kızlar kaç senedir öğrenmek için uğraşıyorlar. Kaç defa Akif’in şiirlerini belki de mecbur kalarak okumuşlardır. Yine eminim ki, bu genç kızlar kaç defa İstiklal Mârşı’nın derin manası ve vakur ahengiyle titremişlerdi.

Fakat bu ne alakasızlıktı bilmem ki... Yedi ay evvel Akif’in yurda hasta olarak döndüğünü bile duymamışlardı. Nihayet ölüp ölmediğinin bile farkında değildiler."

Beyazıt Cami önünde bekleyen kalabalık, belediyenin soğuk fakat süslü otomobilini gördü. Çıplak tahtaları bir vefasızlık şahidi gibi sırıtan bu ihmal edilmiş tabutu, Akif’in cenazesini musallaya daşıdılar. Kalabalık arttı, arttı.

İlgisizlere rağmen, ilgilenenler duymuş ve koşmuştu Akif’in cenazesine. Yine Dr. İhsan Unaner anlatıyor:

"Namaz kılınmış ve cenaze harekete hazırlanmıştı. Çelenklere göz gezdirdim. Edebiyat Fakültesi’ninki gözüme ilişti. Aradım, diğer fakülteler galiba göndermemişlerdi.

Cenaze kendisini seven gençlerin elleri üstünde hareket etmişti. Onu, son vazifesine koşan bir gençlik kitlesinin hararetli kadirşinaslığından da mahrum etmek isteyen inat ve ısrar, nihayet mağlup olmuş ve mezarlığa otomobille göndertmemişti.

Bu hazin merasim içinde gözlerim, resmi şahsiyetlerin siyah silindirlerini bîhude araştırdı. Şairin ebedi hürmetkârı olan birkaç kıymetli edebiyatçıdan ve gençlerden maada kimse bulamadım.”

...

Milletinin şehitlerine: "Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın" diyen Akif’i nasıl unutabilirdik?

Amma olmadı... Akif, yurdunda fakat sağlığı gibi hastalığına da layakt ve alakasız kalan bir muhitte gözlerini yumdu. Ne garip...

...

“Ne başkasının ölümüne ağlayabiliyoruz, ne de dostların sevinci bizi güldürebiliyor. Öyle bir kayıtsızlık var ki iliklerimize işlemiş. Her şeyin karsında dudaklarımız "Adam sen de" diye bükülüyor.

Baki, zaman için:

“Kadrini seng-i musallada bilip ey Bâkî

Durup el bağlayalar karşıda yârân sâf.” demişti. Devir ilerledi. Şimdi seng-i musallada (musalla taşı) bile anlayamıyoruz. Ne yazık."

...

M. Ekmekci yazıyor: "Cumhuriyet gazetesi haberi şöyle: Cenaze, Beyazıt Camisi’ne getirilmiş. Cenazeye merhumun dostlarından başka üniversite talebelerinin büyük bir kısmı da iştirak etmiştir. Yüzlerce genç Beyazıt’tan Edirnekapı’ya kadar büyük şairin tabutunu elleri üzerinde taşımışlardır."

"Haber, Edirnekapı Mezarlığı’nda yapılan töreni anlatarak sürüyor. Burada öğrenciler, dini törenden sonra İstiklâl Marşı’nı söylerler. Abdülkadir (Karahan) yaşam öyküsünü anlatıyor... Öğrenciler şiirler okurlar."

"Mezarı başında yontucu (heykeltıraş) Ratip Aşir, Akif’in yüzünün alçı ile kalıbını alır."

"Gazetede yok ama törene katılanlar arasında Şemsettin Günaltay’ın, Fahrettin Kerim Gökay’ın bulunduğunu, kurcalarken öğreniyorum. Bir çok ozan, belki Orhan Veli de var. Abdülkadir Karahan’ın bana anlattığına göre, O. Veli cenazenin kaldırılacağı gün, A. Karahan’a:

"Akif’in cenazesini dört hamal getirmiş. Emin Efendi Lokantası’nın önüne bırakmışlar. Bu nasıl olur?" diye haber verir.

"A. Karahan kolları sıvar. Gidip Akif’in cenazesini Türk bayrağına sararlar. Bir yandan da öğrencileri toplamaya girişirler. 300-400 öğrenci toplaşır. Tıp Fakültesi’nde öğrenci olan Fethi Tevetoğlu’nun da Tıp’lı öğrencileri topladığını öğrenmiştim. Mezarı başında konuşan öğrencilerden biri de Fethi Tevetoğlu’dur.” (23 Ekim 1985, Cumhuriyet)

Yukarıdaki alıntılardan anlaşıldığına göre, M. Akif’in hastalığı döneminde devlet yoktur. Ama sevenleri pek çoktur. Son Posta Gazetesi 29 Kanunevvel 1936 tarihli ölüm haberinde "Günde 5000 (beş bin) ziyaretçiden" bahsedilmektedir.. Bu rakamı abartılı bulup 500 (beş yüz)’e indirseniz bile, onun sevenlerinin çokluğunu anlamakta zorlanırsınız.

Hastalığında olduğu gibi, ölümünde de devlet yoktur... Hatta Mustafa Ekmekci’nin anlattığı ve Abdulkadir Karahan’ın doğruladığı bilgiye göre cenaze törenine katılan öğrencilerin devletçe sıkıştırıldığı ve Abdulkadir Karahan’ın uzun müddet bir savcı yardımcısının evinde gizlendiği sonra emniyette "Senin nene  Akif’in mezarında konuşmak?" diye çıkışıldığı görülmektedir. (23 Ekim 1985, Cumhuriyet)

Son zamanlarda UNESCO kanalıyla gündeme alınması sebebiyle adını sık sık duyduğumuz Nazım Hikmet Ran’ı en masumane şekilde değişik platformlarda anlatanların M. Akif’i de unutmamaları gerekir. Vatan hasretine dayanamayıp, her şeyi göze alarak ülkesine dönen "Cennet vatan" aşığı Akif’i ne hastalığında, ne ölümünde, ne cenazesinde devlet görmüştür. Fikir düşmanlığını anlıyoruz ama milli marş şairine düşmanlığı anlamak zordur.

M. Ekmekci ve onun zihniyetinde olanlar, Akif’e devletçe yapılanları kınasa, gençlerin davranışlarını alkışlasaydı, 2002 yılında Nazım Hikmet Ran’a yapılanları daha iyi kavrar ve değerlendirirdik. Fikre karşı olmakla, insanı sevmeyi, şiiri sevmeyi, şairi sevmeyi karıştırmayı bir tarafa bırakıp zalime karşı, mazlumun yanında yer almayı bilmeliyiz. Bu ülke insanına da bu yakışır.

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem

Gelenin keyfi için kalkıp geçmişe sövemem.”

Bu çerçevede Akif gibi "doğru"nun peşinde ve içinde olanları, herkesi, onun gibileri seven unutmayanları, ölmüşse rahmetle, yaşıyorsa, hayırla anıyoruz.

M. FEHMİ REYHAN

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi