Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

 

[Yorum - Prof. Dr. M. Naci Bostancı] İstiklâl Marşı’nın şairi olarak hepimizin bildiği

AKİF

Mehmet Akif Ersoy, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminde yaşamış, fikri dönüşümlere yazıları, konuşmaları, vaazları ve en önemlisi elbette şiirleriyle damgasını vurmuş, nihayet İstiklal Marşımızı kaleme almıştır.

Bu özellikleri dolayısıyla onun etkisi sadece dönemiyle sınırlı kalmamış, sonraki tarihlerde de fikirlerine, heyecanlarına katılan, bunları kendi zamanlarının ruhu içinde yeniden gündeme taşıyan çok geniş toplumsal kesimler olmuştur. Hayatı hakkında bilgisi olan herkesin takdir ettiği etkileyici kişiliği, toplumsal sorunları yürekten anlatışı, milli mücadelede oynadığı rol, onun her zaman kolektif kimliğin ortak bir değeri olmasını sağlamıştır. Bazı toplumsal ve politik çevreler ise onun fikirlerini -diğerlerinden daha farklı olarak- kendi kimliklerinin temel bir karakteristiği olarak görmüşlerdir. Öte yandan, bugüne ait siyasal mücadelenin inşa ettiği geçmiş anlatısı içine M. Akif Ersoy’u olumsuz bir figür olarak yerleştirenler de vardır.

Toplumdaki M. Akif Ersoy’a ilişkin farklılıklar taşıyan bu ilgiler demeti, onun fikirlerini anlama, yeniden yorumlamada da değişiklikler doğurur. Ona yönelik kimi eleştirileri ortaya koyanlar kadar, Ersoy’u bütünüyle benimsediklerini düşünenler dahi onun fikirleriyle kendi fantezilerini bir ölçüde karıştırırlar. Örnek vermek gerekirse, Akif Ersoy’a gönülden bağlı olduğunu düşünenler arasında II. Abdülhamit’e yönelik güçlü bir eleştiriye ya da onun yönetiminin bir istibdat olduğuna dair tanımlamaya pek rastlanmaz. Oysa Ersoy, Abdülhamit’in yönetimini istibdat olarak görür ve onu, bir şiirinde de takip edilebileceği gibi şiddetle eleştirir.

“Yıkıldın gittin amma ey mülevver devri istibdad

Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yad.” (İstibdad, s. 85)

İslami vurgu

Bir başka husus, Ersoy’daki güçlü İslami vurgu dolayısıyla onun modernliğe de muhalefet eden, bağnazlığa yakın duran birisi olduğu doğrultusundaki yanlış kanaattir. Kaba şekli parametrelerden hareket edenler, her yerde rastlanan o sakallı fotoğrafı üzerinden onu klişeleşmiş “gerici” tiplemesi içine koyabilirler. Bu da başka tür bir yanılsamadır. Şablonlar dolayısıyla Safahat’ın kapağını kaldırmayı lüzumsuz bulanlar, onun medeniyete, gelişmeye yönelik tutkulu anlatımını, taassuba, dar görüşlülüğe, yobazlığa dair eleştirilerini görme imkanından da mahrumdurlar. Onlar için Mehmet Akif Ersoy, okumadıkları ancak bildiklerini varsaydıkları Safahat’ın, hayat hikayesini öğrenmedikleri ama bir fotoğraf üzerinden ya da şifahi rivayetlerle düşledikleri, onun hakikati yerine kendi fantezilerini koydukları bir kişiliktir.

Siyasal mücadeleler sadece yazı üzerinden sürdürülmez; kitapların, dergilerin, filmlerin, şarkıların ötesinde bunlara eşlik eden son derece geniş bir şifahi alan siyasal mücadelelerde etkili bir işlev yerine getirir. Yazı, metin, son tahlilde söylediği her zaman ortada olan, şeffaf bir niteliğe sahiptir ve eleştirelliğe açıktır. O yüzden “yazılı alan” kendini, mukabil değerlendirmeleri belli ölçüde dikkate alan bir rasyonellik üzerinden kurmak durumundadır. Buna karşılık sözlü alan, siyasal mücadelelerin çok hoşnut kaldığı, kolektif kimlik fantezilerinin arzu edildiği gibi oluşturulmasına cevaz veren bir keyfilik içinde oluşur; özü itibariyle, rakiplerin eleştirelliğinden uzakta olduğu gibi, onların hücumlarını karşılayacak olağanüstü esnekliğe de sahiptir. O yüzden tarihe ait değerlendirmeler, oradaki önemli figürlere ilişkin yorumlar bu keyfilikten hayli nasibini alır. Mehmet Akif Ersoy’un güncel siyasi mücadelelerin özellikle sözlü alanında böyle bir “anlaşılamama” kaderi yaşadığı söylenebilir.

Şiirin karıldığı tarih

Ersoy, 1873-1936 yılları arasındaki 63 yıllık ömrü içinde I. ve II. Meşrutiyet’in ilanı, İttihat ve Terakki’nin örgütlenmesi, nihayet iktidarı, II. Abdülhamit dönemi, çöken bir imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı, İstiklal Savaşı, modernleşme yolunda atılan adımlar gibi birçok önemli gelişmeye şahitlik etmiştir. 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanırken Mehmet Akif Ersoy 45 yaşındadır. Bir şair, yazar ve düşünürün adım adım gerileyen bir imparatorluğun acılı coğrafyasında kendi kariyerini inşa etmesi trajik bir olaydır. Çünkü her fert nihai noktada kendi kaderine odaklanarak kimi teselli unsurları bulabilir; ancak şairler ve yazarlar temsil ettiklerini düşündükleri bir kolektif irade adına davranırlar, onlar adına yaşarlar, soluk alırlar ve endişeleri de ümitleri de, tesellileri de kolektif plandaki gelişmelere bağlı olarak kalır. Nitekim Ersoy’un tüm yazılarında ve şiirlerinde derin, insanın içine işleyen bir hüzün vardır. Şiirlerindeki kahramanlığın, kurtarıcılığın, ümidin dile geldiği satırlar dahi bunları ortaya çıkartan gerekçeleri yankılayarak var olurlar.

Ersoy, Batı’ya hasım olmak için her tür gerekçenin mevcut olduğu bir zamanda dengeli davranmayı bilmiş, onların sömürgeci siyasetleri ile insani dünyaları, kültürlerinin kimi evrensel nitelikleri arasındaki farkı gözetmiştir. Ersoy’un batının bu iki yüzünü işaret eden çeşitli yorumları arasından, Paris’te Hersekli Hoca Kadri Efendi’yi ziyaretini bir anekdot olarak zikretmek uygun olur: “Şair, her açıdan büyük saygı duyduğu Hersekli Hoca Kadri Efendi’ye sorar: “Avrupalıları nasıl buldun? - Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır, evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki, o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır.”

Hakikat hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkar olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki şu terakkileri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.” (Milli Mücadelede Mehmet Akif Kastamonu’da, Haz. Mustafa Eski, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1983, s. 6)

Bu anekdot, kendisine “Batı medeniyeti nedir?” diye sorulan Gandhi’nin cevabıyla da benzerlikler taşımaktadır: “Güzel bir fikir.”

Ersoy, teknikte ve bilimde Batı medeniyetine mutlak surette ülkemizin yetişmesi gerektiğini belirtir. Bu güzergahta önümüzdeki örnek Batı’dır. Neler yapmamız gerektiğini konusunu da Batı ile Müslümanları mukayese ederek şöyle ortaya koyar: “Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara (Batılılara) yetişemezsek yaşamamıza, bize, Allah’ın emaneti olan İslam dinini yaşatmamıza imkan yoktur. Biz Müslümanlar, bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Gevşekliğe, eğlenceye, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki, denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar... (Onların) neleri varsa hepsini elde etmek için çalışmak Müslüman fertlerin her birine farzı ayindir.” (A.g.e., s. 10-11)

Ersoy’un bu vadide Müslümanlara getirdiği eleştirilerini bir de şiiriyle örneklendirelim:

“Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun;

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun.

Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.”

(Fatih Kürsüsü, 4. kitap)

Ersoy, Batı’nın son derece planlı programlı hayat tarzına da işaret ederek Müslümanların da öyle davranmasını talep eder. Batı’nın bu niteliğini yine bir vaazında şu şekilde belirtir:

“Yanılıyorsunuz. İş öyle değil. Avrupalılar yalnız bugünü, bugünkü hadiseleri seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta birkaç asır sonunu tahmin etmek, hesap etmek isterler...” (s. 26).

Bizler Akif’in zamanına yetişemedik. İnsanların şiirlerini, yazılarını, fikirlerini bir ölçüde de onların canlı gerçekliği içinden kavrarız. Safahatı okuyan bizim sesimizdir, Akif’in değil. Her okuma biçimi nasıl anlamın bağlamına yeni sınırlar çizerse, şairin kendi sesi de sözle bağlamı başkalarına nispetle daha fazla bir araya getirir. Akif’i görmemiş olsak bile Taceddin dergâhı ziyaretlerinde onun gündelik hayatını nasıl yaşamış olduğunu hayal edebilir, sesine ilişkin ise Mithat Cemal’in şu sözlerini hatırlayabiliriz:

“Üç esaslı sesi var: konuşma sesi, erkek sesi, müstehzi sesi. Bakarsınız, binlerce kaari ile iki kişi imişler gibi en ufak sesle konuşur. Sonra bakarsınız, bu kadar hafif sesle konuşan şair bir şehname kahramanının büyük sesiyle haykırır. Yahut yeni yaralanmış bir aslanın çığlığıyla bağırır. Sonra bakarsınız, içinde aslan ağzı açılan bu sesin şairi öksürüklü, ihtizazlı bir istihza sesiyle konuşur. Nihayet bakarsınız, kahraman sesi, konuşma sesiyle karışarak bir muhaverenin nisabını geçmeyen bir hamaset tonu alır...

Altı yedi Türkçe bilirdi: tekke, medrese, Tanzimat, Servet-i Funün, ev ve sokak Türkçesi.”

Safahat’ı bu kadar canlı kılan, anlamın tüm katmanlarına nüfuz etmek için tüm bu dilleri seferber eden, yerli yerinde kullanan şairinin marifetidir.

...

Toplumların hayatı takvimi takip eder, ancak bireyler için zamanın akışı en azından yakın tarihin daha iyi anlaşıldığı bir geçmişe yürüyüşü de içinde barındırır. Dolayısıyla Akif’i, Safahat’ı ve bunların yer aldığı toplumsal/siyasal iklimi anlamak, yazılı olanı bir de zamanın öğreticiliği üzerinden kavramak için “ömür işçiliği”nin sabrı da seferber edilmelidir. Anlamları “yüzünden okuma” tehlikesinden kaçınmanın bir yolu da bu olsa gerektir.

PROF. DR. M. NACİ BOSTANCI

GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ

20.03.2005

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi